İÇİNDEKİLER

LİSE:4
=> TÜRK BAĞIMSIZLIK SAVAŞI(1919-1922)
=> TÜRK DEVRİMLERİ
=> ATATÜRK İLKELERİ
=> ÇTDT:İSMET İNÖNÜ
=> Bilim ve Teknoloji(20.Yüzyıl)
=> CUMHURBAŞKANLARIMIZ VE BAŞBAKANLARIMIZ
=> TEST-İnkılap Tarihi
=> ATATÜRK KÜLTÜR MERKEZİ
=> ÇTDT-KRONOLOJİ(DÜNYA)
=> Cepheler(Konu+Test)
=> TEST(ÖSS-Osm)
=> 150’LİKLER
=> 1923-1950 ARASI GELİŞMELER
=> 1950-1960 ARASI GELİŞMELER
=> 1960-1971 Arası Dönem
=> 1971-1980 Arası GELİŞMELER
=> 1980 Sonrası Gelişmeler
=> YORUM
=> ORTADOĞU VE GELİŞMELER
=> Cemiyet-i Akvâm
=> Kıbrıs Barış Harekatı
=> MEHMET ORHAN EFENDİ
=> 2. DÜNYA SAVAŞI
=> Kore Savaşı
=> AET
=> İran-Irak Savaşı(1980-88)
=> Körfez Savaşı(1990-91)
=> Arap-İsrail Savaşları
=> Kısa süreli savaşlar
=> TOPLUM ÇEŞİTLERİ
=> LİBERALİZM
=> BÜYÜK SANAYİ DEVRİMİ
=> 1.ÇTDT / Çalışma soruları
=> sınıf:1-2-3-4/soru-cevap
=> Dış Politika(1923-38)
=> 3.Dünya Ülkeleri
=> 2/soru-cevap
=> RUS DEVRİMİ
LİSE:3
İRFAN GEZER
LİSE:1
LİSE:2
Yeni sayfanın başlığı



DÜNYA KRONOLOJİSİ

İ.Ö. 8500-7000, Ortadoğu'da çiftçiliğe geçiş


İ.Ö. 3500-3000 Dicle-Fırat ve Nil vadilerinde uygarlığa geçiş


İ.Ö. 4000-3000, Uygarlığın Sümer'de doğuşu


İ.Ö. 3000 sabanın icadıyla insanların tarımda hayvan gücünden yararlanmanın yolunu bulmaları


İ.Ö. 3000 dolayları, yazılı kayıtların başlayışı


İ.Ö. 2000'den az önce, Mezopotamya çevresindeki bölgelerde taşra uygarlıklarını kurmaya başlayan toprak aristokrasilerinin doğmasını kolaylaştıran koşulların oluşması.


İ.Ö. 1700 dolayları, Hammurabi tarafından insanlığın ilk yasa derlemelerinin çıkarılışı.


İ.Ö. 1700, Avrasya bozkırı kökenli barbar halklar akınlarının Avrupa'nın Atlantik kıyılarına ulaşması.


İ.Ö. 1300 dolayları, alfabetik yazının Suriye'de ve Filistin'de yaygınlaşması.


İ.Ö. 1000 yıllarında, Ortadoğu uygarlığının iki uç bölgesinde (Filistin ve İran'da) verimli düşünce akımlarının doğuşu.

İ.Ö. 700'den az önce Orta Asya'dan ve Güney Rusya'dan göç etmiş İskitler'in Ukrayna'da bir kabileler imparatorluğu kurup, Yunan dünyasıyla ticarete girişmeleri.

İ.Ö. 6. yüzyıl, Lidya Krallığı'nda sikke paranın dolaşıma konması

İ.Ö. 6. yüzyıl, İyonyalı filozofların dünyayı ve insanı akılla kavrama çabası

İ.Ö. 500 dolayları, Çin uygarlık biçiminin temel öğelerinin ortaya çıkışı.

İ.Ö. 500 dolayları, Kastların ve Hind dininin kendine özgü vurgularının biçimlenişi

İ.Ö. 330, Pers İmparatorluğunun Makedonyalıların saldırısıyla yıkılması

İ.Ö. 320, İskender'in İndüs Vadisi'ne girmesi

İ.Ö. 146, Roma'nın Makedonya'yı ve Yunanistan'ı fethetmesi.
İ.Ö. 30, Roma'nın Mısır'ı fethetmesi

İ.S. 70-100, Dört İncil'in yazıldığı yıllar
İ.S. 193, Roma Barışı'nın şiddete başvurulmasıyla bozulması.
İ.S. 372, Hunlar'ın Güney Rusya'ya girip Ostrogotları sürüşleri
İ.S. 378-511, Roma imparatorluğu'nun büyük barbar akınlarıyla çökmesi
İ.S. 410, Hun korkusuyla Roma sınırlarını zorlayan Vizigotlar'ın Roma kentini yağmalamaları ve İspanya'yı geçip krallıklarını kurmaları.
İ.S. 451, Kalkedon (Kadıköy) Kurultayı'nın Papa'nın çağrısıyla toplanıp, kutsal üçleme öğretisinin Papa Büyük Leon'un saptadığı biçimiyle benimseyip, "monofizist" biçimini reddedişi,
İ.S. 453, Attila'nın ölüşü ve Hun Konfederasyonu'nun dağılması
İ.Ö. 552, Japonya'ya ulaşan Budist misyonerler topluluğunun önemli başarılar elde etmesi.
İ.S. 565'ten sonra (Doğu) Roma İmparatorlarının "Bizans İmparatoru" denmeye başlanışı.
İ.S. 568'den sonra, Cermen kabilesi Lombartların Bizanslıları İtalya'nın iç bölgelerinden çıkan buraların denetimini ellerine geçirmeleri.
İ.S. 572, Türk İmparatorluğu'nun haneden kavgalarıyla ikisi de iç kavgalarla yıpranan doğu ve batı ordularına bölünmesi
İ.S. 600 dolayları, Hint Okyanusu'nda Hindu gemicilerin yerini Müslümanların alması.
İ.S. 622, Hz. Muhammed'in Mekke'den Medine'ye göçü.
İ.S. 632-1000 arasında İslam'ın Hızla yükselişi ve Ortadoğu'da Kuzey Afrika'da İspanya'da yayılışı,
İ.S. 632, Hz. Muhammed'ön ölümü
İ.S. 636, Arap ordusunun Bizans'ı Suriye'den ve Filistin'den çıkarması
İ.S. 641, Arap akıncı birliklerinin Mezopotamya'yı ele geçirişleri
İ.S. 642, Arap akıncı birliklerinin Mısır'ı ele geçirişleri.
İ.S. 651, İran ve Mezopotamya'da Sasani iktidarının sona ermesi
İ.S. 651, Arap akıncı birliklerinin İran'ı ele geçirmeleri.
İ.S. 711, Vizigot krallığının sona ermesi.
İ.S. 711-715, Kuzey Afrika'nın ve İspanya'nın Müslümanların denetimine geçmesi
İ.S. 715, İslamların Kuzeybatı Hindistan'daki Sind Bölgesinde, daha sonra da Hint Okyanusu'nda üstünlüğü ele geçirmeleri
İ.S. 717-718, Müslümanların Konstantinopolis'i kuşatmaları
İ.S. 750, Emeviler'in halifelik döneminin sona ermesi
İ.S. 751, Talas Meydan Savaşı'nda Çin'e bağlı birkaç vahanın Müslümanlara kaptırılışı.
İ.S. 756, baskı aygıtının Çin'de bulunuşu.
İ.S. 800, Şarlman'a Papa tarafından Romalıların imparatoru olarak taç giydirilişi.
İ.S. 800'den birkaç yıl sonra, Bizans İmparatorunun Şarlman'ın imparatorluğunu tanımasıyla Batı Roma İmparatorluğunun yeniden kuruluşunun yasallaşması.
İ.S. 831-1000 arası, Danimarka'nın İsveç'in ve Norveç'in Hristiyanlığa geçmeleri.
İ.S. 840, Uygurların yıkılışı
İ.S. 845, Budizmin Çin'de resmen yasa dışı sayılması; bunun üzerine Kore'de devlet dini yapılıp iyice benimsenmesi
İ.S. 900 dolaylarında, Türk askerlerinin kabilelerinin, İslam devletlerinin siyasal yaşamına egemen olmaya başlamaları.
İ.S. 900-14. yüzyıl ortaları, Avrupa'da toprakların tarıma açılışı.
İ.S. 989, Rusya'nın Hristiyanlığa geçişi.
İ.S. 1000 dolayları, kolonileşme ve ticari yayılma sürecinin başlayışı
İ.S. 1000 dolayları, Gazneli Mahmut'un akınlarıyla İslam'ın Hindistan'ın İç bölgelerini ele geçirmeye başlaması.
İ.S. 1000, Macaristan'ın Hristiyanlığa geçmesi
İ.S. 1000 Hristiyanlığın Uzakbatı ülkelerinde Kelt, Cermen ve Slav kabileleri arasında yayılması.
İ.S. 1000-1300 arası, Avrupa'da kasabaların hızla gelişmeleri.
İ.S. 1000-1453 arası, İslamlığın Hindistan'da, Doğu Avrupa'da, Orta Asya'da yayılışı.
İ.S. 1000-1500, İslam mimarlığının görkem ve incelik dönemi
İ.S. 1054, Katolik-Ortodoks bölünmesinin, Papa ile Konstantinopolis Patriğinin birbirlerini afaroz etmeleriyle yaratılışı.
İ.S. 1071, Malazgirt Savaşı ile Türklerin Hristiyanlık (Bizans) dünyasına karşı başarılı olup, Anadolu'nun iç bölgelerinin denetiminin Selçuk Türklerine geçişi.
İ.S. 1096-1099, Birinci Haçlı Seferi.
İ.S. 1171, Galler ülkesinin ve İrlanda'nın Anglo-Norman şövalyelerince fethinin tamamlanışı.
İ.S. 1204, Dördüncü Haçlı Seferi'nde Konstantinopolis'in ele geçirilip yağmalanması ve kısa yaşamlı Doğu Latin İmparatorluğu'nun kurulması.
İ.S. 1206-1227, Cengiz Han'ın yönetim dönemi
İ.S. 1254; Avrupa'da imparatorluğun çökmesiyle, Papalığın, Latin Hristiyanlık dünyasının evrensel hükümeti olduğunu ileri süren tek kurum olarak kalışı.
İ.S. 1300'den sonra, Japonların geniş çaplı denizcilik eylemlerine girişmeleri.
İ.S. 1300'den sonra, Cermen ve Frank şövalyelerinin, Baltık ve Doğu imparatorluklarını kurup, ticaret etkinliklerine girişmeleri
İ.S. 1337-1453, Yüzyıl Savaşları, İngiltere ile Fransa arasında, kiralık askerlerle yürütülen her yeri yakıp yıkıp yağmalayıcı savaşlar.
İ.S. 1347-1351, Avrupa'da Veba salgını
 

 

İ.S. 1300, Rönesans'ın İtalya'da biçimlenmeye başlanışı.
İ.S. 1354, Türkler'in Çanakkale Boğazı'nı geçip Gelibolu Yarımadasını ele geçirerek, Avrupa'ya adım atmaları.
İ.S. 1389, Kosova Savaşı'nda Sırpları yenen Türklerin Balkanlarda askeri üstünlüğü ele geçirmeleri.
İ.S. 15. yüzyıl İnkalar'ın And Dağları'ndaki merkezlerinde yayılan imparatorluklarının Peru'da merkezi bir rejim kurması.
İ.S. 1417, Papalık monarşisinin Konstanz kurultayında onaylanmasıyla Protestan-Katolik ikililiğinin azaltılması
İ.S. 1430, Çinlilerin denizlerden çekilmesiyle Japonların Güneybatı Pasifik'te deniz üstünlüğünü ele geçirmeleri.
İ.S. 1453, Konstantinopolis'in Türklerin eline geçmesi, bunun üzerine, Rusların Ortodoks kiliselerinin Hristiyanlığın son kalesi olduğuna inanmaları,
İ.S. 1480 Moskova, Dükü III. İvan'ın Altınordu egemenliğini tanımayıp, "Çar" sanını alarak bağımsızlığını ilan edişi.
İ.S. 1492, Kolomb'un okyanusu aşması
İ.S. 1492, Müslüman Faslıların Avrupa'daki son kalesi Grenada'nın alınışı, bu olayla Hristiyan haçlı ruhunun körüklenmesi
İ.S. 1500, İtalyan Rönesansı'nın doruğuna ulaşması
İ.S. 1500'den sonra, Avrupa'nın deniz üstünlüğü kurması
İ.S. 1500-1650, Avrupa'da fiyatların hızla yükseldiği "Fiyat Devrimi"
İ.S. 1500-1700 arası milyonlarca kilometrelik ülkeninmilyonlarca insanın islam yönetimine sokulmasıyla İslam tarihinin en parlak dönemi
1508 Şah İsmail'in Bağdat'ı fethetmesi
1509 Portekizlilerin İslam filosunu Umman Denizi'ndeki Diu limanı açıklarında yenilgiye uğratmaları ve Hint Okyanusu'nda üstünlük kurmaya başlamaları,
1511, Akdeniz'de, Türk İspanyol ve Portekiz güçleri arasında uzun deniz savaşlarının başlayışı.
1512-1520, Yavuz Sultan selim yönetimi dönemi
1513, İlk Portekiz tacirin Güney Çin kıyılarına gelmesi
1514, Şah İsmail yanlılarının Anadolu'da büyük bir ayaklanmayı kışkırtmaları,
1514, Çaldıran savaşında Şah İsmail'in yenilgiye uğratılması
1515, Portekizlilerin Hürmüz Adası'nda üs kurmaları
1517, Luther'in Wittenberg'deki Kilisenin kapısına 95 maddelik tezini asmasıyla Protestanlık hareketinin başlaması.
1520-1566, Kanuni Sultan Süleyman yönetimi dönemi
1521, Cortez'in yeni Dünya'nın hazinelerinin kapısını (İspanyollara) açması,
1526, Mohaç Savaşı'nda Türkler'den kaçan Macar kralının ölmesiyle, V. Karl'ın Bohemya ve Macaristan taçlarını ele geçirmesi.
1526, Timur soyundan gelen Babür'ün Hindistan'ı ele geçirmesiyle, Babür İmparatorluğunun kurulması.
1534, İngiltere'nin Papalık ile ilişkilerini koparması, İngiltere kilisesinin yavaş yavaş Protestanlığı benimsemesi
1534-1603, İngiltere'de Tudor hanedanı yönetimi ve bölük pörçük reformlar dönemi
1536, Fransa kralının, Habsburg gücüne karşı, Osmanlı imparatoruyla imzaladığı ittifak anlaşması.
1552, Korkunç İvan'ın Altınordu Hanlığı başkenti Kazan'ı ele geçirişi, bunu izleyen dört yıl içinde Aşağı Volga bölgesinin fethini tamamlaması.
1560, İspanyolların, İtalya'yı istila edip, papalık topraklarını ele geçirip, Reform karşıtı harekete izin vermemeleri; bunun üzerine, Papaların Hasbburglular ile işbirliğine girişimleri.
1568-1609, Felenekler'in İspayol yönetimine karşı ayaklanmaları
1580-1640, İspanyolları Portekiz'i ve imparatorluğunu kendi imparatorlularına katmaları
1587-1629, Safevi devleti yöneticisi Büyük Şah Abbas yönetimi dönemi
1590, dolayları mikroskopun icadı.
1598, İspanyol üstünlüğü döneminin başlayışı
1600, denizlerde yeni bir güç dengesiyle, Hint Okyanusu'nda İspanyol ve Portekiz gemilerinin yerini Felemenk, İngiliz, Fransız gemilerinin alışı
1600, Felemenk Doğu Hindistan Kumpanyası'nın kurulması
1600'den sonra, İngilizlerin Hint Okyanusu'nda ticaret etkinliklerine başlamaları
1601, İngiliz Doğu Hindistan kumpanyası'nın kurulması
1608, bir Polonya ordusunun Moskova'yı ele geçirip bir kukla yönetim kurması
1608 dolayları, teleskopun icadı
1618-1648, Otuz Yıl Savaşları
1620, ingilizlerin Massachussets kolonisini kurmaları
1626, Felemenkler'in New York'ta koloni kurmaları
1636, Japon hükümetinin, kendi iç sorunlarından dolayı açık deniz gemiciliğini uyruklarına yasaklaması
1638, Japonya'nın kabuğuna çekilme politikası
1640'lar, İngiliz, Fransız ve Felemenk girişimcilerinin, şekerkamışı ticaretini Portekizlilerin ve İspanyolların elinden alıp başı çekmeleri,
1642-1648, İngiliz iç savaşları
1648, Westphalia Antlaşması, bunun sonucunda İtalya'nın ve Almanya'nın bölünmesi ile ortaya çıkan küçük devletlerin, duruma göre Fransa'nın yanında ya da karşısında yer almaları.
1648, Fransız üstünlüğünün başlaması

1648, İngiltere'de Parlamento egemenliğinin kurulması
1648-1715, XVI. Louis yönetimi dönemi
1648-1789, Avrupa'nın Eski Rejim ve kolonici yayılma dönemi
1649, İngiliz kralı I. Charles'in idamı
1653-1689, Fransa'nın rakipleri karşısında kesin üstünlüğe sahip olduğu dönem
1688, İngilizlerin İspanyol armadasına karşı zafer kazanmaları
1689, Petro'nun Avrupa gezisi dönüşü, geniş çaplı reform hareketlerini başlatması
1696, Petro'nun Türklere karşı başarısı
1700-1721, Petro'nun İsveçlileri yenilgiye uğratabilip, Finlandiya Körfezinde denize açılabilmesi
1701-1714, İspanyol Taht Savaşları sırasında, Avusturyalıların, İspanya'nın bölüşülmesinde en büyük parsayı toplamaları
1707, Kok kömürü yapma yöntemlerinin bulunuşuyla, demir cevherini eritmede kömürden yararlanma olanağının doğuşu
1740-1786, Büyük Frederick (II. Frederick) yönetimi döneminde, Prusya'nın Avrupa'nın büyük güçlerinden biri durumuna gelmesi.
1745, Abdül Vahab'in Arabistan'da Vahhabiliğin ilkelerini oluşturması
1756-1763, Yedi Yıl Savaşları 1762, bir Alman prensesinin kocasının öldürülmesi üzerine, II. Katerina adıyla Rusya imparatorluğu tahtına çıkması.
1763, İngiltere'nin Hindistan, Kanada gibi denişaşırı ülkelerde kesin zafer kazanması.
1768-1774, Rusların Osmanlı ordularını ağır bir yenilgiye uğratmaları ve Küçük Kaynarca Anlaşması'nın yapılması.
1772, Polonya'nın ilk bölüşülmesinde Prusyalılar ve Avusturyalılar, Türkler karşısındaki ilerleyişini durdurmak için Rusya'ya sus payı olarak Polonya'nın büyük bir parçasının işgaline izin vermeleri.
1774, Safevi imparatorluğunun dağılması
1774-1778, İspanya'nın Amerika limanlarının kıyı ticaretini yasaklayıp, kolonilere yapılan dışsatımları ve iç alımları Cadiz kentinden tekelci bir tutumla düzenlemesi
1775-1783, Amerikan bağımsızlık savaşı
1789, 1 Mayıs, Etats-Generaux'un toplanması
1789, 14 Temmuz, Kralın Ulusal Meclis'i kaldıracağı söylentisi üzerine, halkın Bastille'e saldırması
1789, 4 Ağustos, Ulusal Meclis'in feodal hakları kaldırarak köylü çoğunluğunu Devrim Safhalarına çekmesi.
1791, Yeni Fransız anayasalarının hazırlanması
1793, Polonya'nın ikinci bölüşülmesi
1794, Robespierre'in öldürülmesi
1795, Polonya'nın üçüncü bölüşülmesi, ile Rusya sınırlarını, batıda Vistül Irmağı'na kadar genişlemesi
1799, Napoleon'un bir darbe ile iktidara getirilişi
1803, Sırpların Osmanlı'ya başkaldırması,
1807, İlk buharlı geminin Robert Fulton tarafından yapılması
1812-1815, Napoleon'un Avrupa devletleri koalisyonunca yenilgiye uğratılması
1815, Viyana Konferansı, sonucu barış anlaşmasının yapılması
1821-1830, Yunan devrimi
1830, Cezayir'in Fransızlarca işgali
1833, Köleliğin, Büyük Britanya'nın yönetimindeki tüm ülkelerde kaldırılması
1839-1841, Afyon Savaşı
1839, Tanzimat Fermanı'nın ilanı
1840, posta sisteminin Büyük Britanya'da kuruluşu
1840'lar demiryolları ağı yapımının başlayışı
1847, Liberya'nın Amerika'dan eski yurtlarına dönen eski kölelerce, Birleşik Devletler anayasasına benzeyen bir anayasa sahip bir cumhuriyet olarak kurulması
1848 devrimleri
1848, Marx'ın gittikçe yoksullaşan proleter kitlelerin bir devrimle toplumsal sorunu çözecekleri düşüncesini ortaya atması.
1848-1852, Fransa'da, III. Napoleon'un devlet başkanlığında cumhuriyet dönemi
1854, Japonya'nın kabuğuna çekilme politikasını bırakıp dışa açılmak zorunda kalışı.
1854, Kırım Savaşı'nda Fransa'nın ve Britanya'nın Ruslara karşı Türklerin yardımına koşup, Rusların Kırım'da yenilgiye uğratılması
1856, Islahat Fermanı'nın ilanı
1859, İtalya'nın Kont Cavour'un çabalarıyla birleştirilmesi
1859, Darwin'in canlıların evrimi kuramını ortaya atması
1861-1865, Amerikan iç savaşı
1863, ABD'de köleliğin kaldırılması
1869, Süveyş Kanalı'nın açılışı
1870-1871, Prusya'nın Fransa'yı yenilgiye uğratması
1871, Almanya'nın, Bimarck'ın çabalarıyla birleştirilmesi
1878-1908, Abdülhamid II'nin iktidarı dönemi
1885, Hindistan Ulusal Kongresi'nin (Kongre Partisi'nin) kurulması
1888, köleliğin Brezilya'da kaldırılması
1889, İkinci Enternasyonal'in kuruluşu
1889, Japon İmparatoru Meiji'nin Bismarck Almanyasını örnek alan bir Anayasa çıkarması; Diyet'in kurulması
1893, Havai Adaları'nın ABD topraklarına katılması
1900, Batılı devletlerin gönderdikleri uluslararası birliğin Pekin'i ele geçirmesi
1901, Avusturya'nın İngiliz Uluslar Topluluğu'nun kendi kendini yöneten dominyonu olması
1903, Sibirya'yı aşan demiryolunun tamamlanması
1904-1905, Rus-Japon savaşı beklenmeyen sonuçla Japonların yenmesi
1905.Kanlı Pazar Olayı

Kanlı Pazar (Rusça: Кровавое воскресенье), 22 Ocak 1905'te (eski Rus takvimine göre 9 Ocak) Petersburg'da işçilerin Çar II. Nikolay'a bir dilekçe sunmak üzere Kışlık Saray'a doğru sakin ve barışçıl bir yürüyüşe geçmeleri üzerine çarın askerleri tarafından bu barışçı yürüyüşe katılan silahsız yaklaşık 100.000 işçiye toplu tüfekli acımasızca açılan ateş sonucu 1000'den fazla ölü, 2000'den fazla yaralı ile sonuçlanan tarihi olay. Bu yürüyüşü Gapon adında bir papaz örgütlemişti. Eylemciler iş gününün 8 saate indirilmesini, asgari ücretin de en az bir lira olmasını ve fazla mesainin kaldırılmasını istemekteydi.

NEDENLERİ:

Askerler silahsız göstericilerin üstüne ateş açıyor.

1904 yılında Bolşevikler komitesi Bakü'de büyük ve iyi örgütlenmiş bir grevi yönetti. Grev başarıyla sonuçlandı ve petrol işçileriyle sanayicileri arasında Rus işçi sınıfı tarihinde, ilk olarak, bir toplu sözleşme imzalandı. Bu grev Rusya'nın çeşitli bölgelerinde işçi eylemlerini hızlandırdı. Bu nümayişlerden korkan çarlık yönetimi, işçilerin aralarına ajanlar sokmayı başardı. Bu amaçla Gupon adlı bir papazı Rus Fabrika İşçileri namlı bir örgüt kurmakla görevlendirdi. Gupon'un önerisine göre 9 Ocak günü işçiler çara isteklerini arzedecek, çar da bu istekleri olumlu karşılayarak işçi hareketlerini yatıştıracaktı. Ama çar II. Nikolay karar değiştirip kalabalıklara ateş açtırınca Kanlı Pazar vuku buldu. Gupon'un Rus gizli servisinden (OKHRANA) olduğu ve provakatör olduğu anlaşılınca arkadaşı Pinhas Rutherbeng tarafından öldürüldü. Savaşın bir diğer sebebi de Rus-Japon Savaşında çarlık ordularının ağır bir hezimete uğramasından doğan huzursuzluk ve ekonomik sıkıntılardır. Bu sıkıntıların başında birçok işyerinin ve fabrikanın kapanması ve 100.000 kişinin işsiz kalması vardır.

SONUÇLARI:Bu olay tüm Rusya'da büyük tepkilere sebep oldu. Sadece o ay grevlere 450.000 işçi katıldı. Kitleler Kahrolsun zorbalık sloganıyla sokaklara dökülmüştü. Bu olayla sosyal demokrat partilerin (özellikle işçiler ve köylüler üzerindeki) etkinliği arttı ve bu olay bir anlamda başarısız 1905 Devrimi'nin kıvılcımı olmuştu.

 

1905, Hindistan Müslüman Birliği'nin kurulması
1906, Rusya'nın, parlamenter organa sahip olması
1908, Jön Türkler'in iktidara ortak olmak isteğiyle, Abdülhamid'i deviren darbeyi gerçekleştirmeleri
1910, Japonların Kore kralını indirip, Kore Yarımadası'nı ülkelerine katmaları
1912, Mançu hanedanının yakılıp, Çin Cumhuriyetinin kurulması.
1912-1913, Balkan Savaşları ile Balkanlardaki toprakların kaptırılması
1914, Berlin-Bağdat demiryolunun başlaması.
1914, Panama Kanalı'nın açılması
1914-1919, Birinci Dünya Savaşı
1915, Japonlar'ın, Çin'deki özel ayrıcalıklarını, öne sürdükleri "Yirmi Beş İstek" ile artırmaya kalkmaları.
1917, 6 Nisan, ABD Kongresi'nin Almanya'ya savaş ilanı,
1917:Ekim Devrimi:
Çarlık Rusyası'nda Jülyen takvimi'ne göre 24 Ekim 1917'de, (Miladi takvime göre 7 Kasım 1917) Petrograd'daki Kışlık Saray'ın Lenin önderliğindeki Bolşeviklerin eline geçmesiyle başlayan ve Sovyetler Birliği'nin kurulmasına yol açan olaylar dizisidir.

 

1917, Kasım, İkinci bir devrimci hükümet darbesinin Sosyal Demokrat seçilmesi,
1918, Ekim, Alman ve Avusturya hükümetlerinin Başkan Wilson'un barışın dayandırılacağı "On Dört Nokta"sını kabul etmeleri.
1918-1920, Rusya'da ve Rusya'nın sınır ülkelerde iç savaş
1918, Paris Barış Konferansı'nın Rusya'daki durumu ele almaya kalkmayıp, savaşı yitiren Almanya, Avusturya ve Osmanlı hükümetlerine barış koşullarını zorla kabul ettirmeleri.
1918, barış antlaşmasının, Arap dünyasının zengin ve kalabalık bölgelerini Fransız ve İngiliz koloni yönetimlerine bırakması

 

1921, Çin Komünist Partisi'nin kurulması
1922, Faşizmi İtalya'da iktidara getiren hükümet darbesi
1922, Lenin'in "Yeni Ekonomik Politikası"nı (NEP) ilan etmesi
1923, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması
1925, Rıza Pehlevi'nin İran'da iktidarı ele geçirip, Mustafa Kemal'inkine benzer bir laik reform hareketini başlatması.
1925, Abdülaziz İbni Suud'un Arabistan Yarımadası'nı fethedip, Mekke'nin ve Medine'nin denetimini eline geçirmesi
1929, New York borsasının çökmesiyle ABD'de 1920'lerin hızlı ekonomik gelişmesinin sona ermesi
1930'lar, Japon yayılmasının yeniden canlanışı
1030'lar, Amerikan Başkanı Franklin D. Roosevelt'in "New Deal" politikası
1931, Japonların Mançurya'yı istila etmesi
1932, Irak'ın formal olarak bağımsızlığını kazanması
1933, New Deal politikasının başlatılması
1933, Haziran, Hitler'in iktidara gelmesiyle Almanya'nın köklü bir rejim değişikliği geçirmesi.
1934, Etiyopya'nın 1896 yenilgisinin öcünü almak isteyen İtalya'nın saldırısına uğrayıp, uçakların ve zehirli gazların yardımıyla İtalya emperyalizmi altına sokuluşu
1938 Eylül, Çekoslovakya'nın Almanların yaşadığı bölgelerinin Almanya'ya geçirilmesi
1939, 1 Eylül, Hitler'in Polonya'ya saldırması
1939-1945, İkinci dünya Savaşı:

ATATÜRK'ÜN İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI ÖNCESİNDEKİ GÖRÜŞLERİ

    Atatürk II.Dünya Savaşı çıkmadan önce Avrupa’daki gelişmelere bakarak ; Almanya’nın bütün Avrupa’yı işgal edecek ordu kurabileceğini, çıkacak savaşın 1940-1946 yılları arasında olabileceğini, ABD’nin savaşa katılacağını,Avrupalı devletlerin bencilce davranışlarının yeni felaketlere yol açabileceğini belirtmiştir.

     Atatürk, savaş karşısında birlikte hareket edilerek barışın korunmasını savunmuştur. Almanya’nın ırkçı politikalar izlemesinin ve İtalya’nın Habeşistan’ı işgal etmesinin çok tehlikeli sonuçlar doğuracağını vurgulamıştır. Atatürk, Türkiye’nin çıkabilecek bir savaşa katılmayarak tarafsız kalmasını ve barış içinde yaşaması gerektiğini vurgulamıştır.

 II.DÜNYA SAVAŞI(1939-1945)

 Nedenleri

*Almanya'da Nasyonal Sosyalistlerin 1933'de iktidar mevkiine geçmeleriyle Almanya savaş hazırlığına başladı. Bu hazırlığın nedenini, Nazi rejiminin emperyalist siyasetinde ve Almanya'nın Versay Antlaşmasıyla uğradığı haksızlıklara ve zulümlere karşı isyan ederek haklarını geri almak istemesidir.

SAVAŞIN BAŞLAMASI:
    Adolf Hitler, aynı siyaseti güden Japonya ve İtalya ile birleşti. Bu üç devlet saldırıcı nitelikte bir bağlaşma meydana getirdiler. Bu bağlaşmaya "Üçlü Mihver" adı verildi ( 27 Eylül 1940)

   İkinci Dünya Savaşı, Alman ordularının 1 Eylül 1939'da Polonya'ya saldırması ile başladı. 3 Eylül'de İngiltere, onun arkasından Fransa, Polonya'ya yardım amacıyla Almanya'ya savaş ilan ettiler.

SAVAŞIN GELİŞİMİ:
    Savaş kısa zamanda alanını genişletti. İskandinavya'dan Kuzey Afrika'ya, Balkanlardan Manş kıyılarına kadar olan bütün yerleri Almanyalar "Yıldırım Savaşı" usulüyle ele geçirdiler. 1939'da Sovyet Rusya ile Almanya arasında imzalanan dostluk paktına rağmen 22 Haziran 1941 tarihinde Alman orduları Rusya üzerine yürüdü. Bunun üzerine 12 Temmuz 1941'de Rus-İngiliz bağlaşması imzalandı.
    7 Aralık 1941'de Japonya Havai Adalarındaki Pearl Harbour limanında bulunan Amerikan donanmasına baskın yapmak suretiyle savaşa girmiş oldu. Roosevelt Japonya'ya savaş ilan ederek Rusya ve İngiltere yanında İkinci Dünya Savaşına girdi (1941).
   1942 yılında Mihver devletler her tarafta üstün bir durumda idi. Müttefikler ise bu beş yıl içinde hazırlıklarını tamamlamak için savunmada kaldılar.
      1942 yılı sonlarında müttefikler duruma hakim olmağa başladılar. Az zamanda büyük bir hava kuvveti ve donanma yapmayı başaran Amerikalılar Pasifik'te Japonları geri çekilmeğe zorladılar.
      1 Ekim 1943'de müttefikler Sicilya Adasından İtalya'yı geçerek birinci cepheyi açtılar. İtalyanlar bir süre sonra teslim oldular. 6 Haziran 1944'de müttefik kuvvetler Fransa'dan Normandiya kıyılarına çıkarma yaparak Almanya'ya karşı ikinci cepheyi açtılar.
 

 SAVAŞIN SONUCU:  

    1945 senesinde Nazi Partisi dağıldı. Yeni Almanya Hükümeti 7 Mayıs 1945'de kayıtsız şartsız teslim oldu. Savaş halinde olan yalnız Japonya kalmıştı. Amerikalılar Nagazaki ve Hiroşima üzerine atom bombaları attıktan sonra 1945'de Japonlar teslim oldular. Böylece İkinci Dünya Savaşının askeri safhası sona ermiş oldu.

 II. Dünya Savaşı sonrası ve anlaşmalar hakkında bilgi

 ANLAŞMALAR VE SONUÇLARI
    
Temmuz ve Ağustos 1945’te barış anlaşmalarının koşullarını görüşmek üzere Potsdam Konferansı toplandı. Toplantıya önde gelen Müttefik temsilcileri olarak ABD’den Roosvelt’in yerine seçilen Başkan Harry S. Truman, SSCB’den Stalin ile İngiltere Başbakanı Winston Churchill katıldı.

Konferansta alınan belli başlı kurallar şunlardı:
*Müttefikler Almanya’yı işgal edilecek ve silahsızlandıracak ve böylece gelecekte savaş çıkarma tehlikesi önlenecekti.
*Alman ordusu dağıtılacak sanayisi denetlenecek ve açık denizlere çıkabilecek gemi, silah yada savaş uçağı yapımı yasaklanacaktı.
*Hitler’in Nazi Partisi’nin düşünceleri yasaklanacaktı.

ANTLAŞMA KOŞULLARININ UYGULANMASI

*Almanya’nın bütünlüğü ilkesinin dışında kalan Anlaşma koşulları genellikle uygulandı.
*Nazi liderler Müttefiklerden 4 yargıç tarafından Nürnberg’de yargılandı.
*Yargılama yaklaşık bir yıl sürdü. Sanıklardan 12’si ölüm cezasına çarptırıldı; bunlardan biri olan Mareşal Hermann Goering zehir içerek intihar etti. 7 kişi hapis cezasına çarptırıldı. Öteki Nazi savaş suçluları da yargılanarak idam edildi yada hapsedildi. Bazı Alman bilginleri özellikle roket mühendisleri de ABD ve SSCB’ye götürüldü.

*Japonya’da Müttefiklerce işgal edildi ama savaşı izleyen ilk yıllardan sonra denetim tümüyle General Dougles MacArthur yönetimindeki ABDli yetkililerin elinde kaldı.
*Japon ordusu dağıtıldı ve silahsızlandırıldı. Bazı Japon komutanları savaş suçlusu olarak yargılandı; idam yada hapis cezasına çarptırıldı.      
*Japonya ile barış antlaşması 1950 Eylülü’nde imzalandı. Bu antlaşmaya SSCB ve Hindistan karşı oldukları maddeler nedeniyle katılmadılar. Antlaşmanın en önemli sonucu, Japonya’nın topraklarının 4 adayla sınırlanmasıydı. Japonya’nın sömürgeci imparatorluğu sona erdi.
*Ryu-Kyu, Benin, Mariana ve Mashall adaları Birleşmiş Milletler adına yönetilmek üzere ABD’ye; güney Sahalin ve Kuril adaları ise SSCB’ye bırakıldı.
*Japonya’nın savaştan önce işgal ettiği Mançurya Çin’e geri verildi. Kore ise bağımsız bir devlet oldu. Ayrı bir antlaşmayla ABD’ye ve Japonya’da askeri güç bulundurma yetkisi verildi.     


*II. Dünya Savaşı’nda hava saldırılarında binlerce sivil insan da öldürüldü. *Almanlar toplama kamplarında 6 milyon Yahudi’yi öldürdüler. Bu uygulamaya “toplu kıyım” denildi.

*İşgal ettikleri topraklarda yaşayan 10 milyon kişiyi evlerinden, yurtlarından ayırdılar ve Almanya’da fabrikalarda köle gibi çalışmaya zorladılar.      

*Yaklaşık 35 milyon insanın öldüğü bu savaşta SSCB 20 milyon yurttaşını yitirdi.

*Polonya’da Nazilerin burada öldürdüğü 3 milyon Yahudi’yle birlikte yaklaşık 6 milyon kişi öldü.

*Almanya 4 milyon, Japonya 2 milyon, ABD 298 bin, İngiliz Uluslar Topluluğu 544 bin ve İngiltere 350 bin insanını yitirdi.

*Çin’in ise 2 milyondan fazla askerinin öldüğü sanılmaktadır.

 

II. Dünya Savaşı ve Türkiye hakkında bilgi

     Türkiye II. Dünya Savaşı’na katılmadı. Ama savaş boyunca izlediği yansızlık siyasetinde zaman zaman büyük güçlüklerle karşılaştı. Türkiye 1939’da savaş olasılığının iyice artması üzerine toprak bütünlüğünü korumaya yönelik ittifak anlaşmaları sağlamak amacıyla bazı girişimlerde bulundu. Almanya ve İtalya’nın saldırgan tutumları karşısında doğal olarak bu girişimler İngiltere, Fransa ve SSCB’ye yönelikti. İlk görüşmeler sonucu 12 Mayıs 1939’da İngiltere’yle, 23 Haziran’da Fransa’yla Türkiye’nin de “Barış Cephesi” içinde yer aldığını açıklayan ortak bildiriler yayımlandı. Bunu SSCB’yle de benzeri bir anlaşma sağlanması yolundaki çabalar izledi. Ama SSCB’nin 23 Ağustos’ta Almanya’yla bir saldırmazlık anlaşması imzalaması karşısında Türkiye’nin çabaları boşa çıktı.

      Bu durumlar üzerine İngiltere ve Fransa’yla ilişkiler daha da sıklaştırıldı ve 19 Ekim 1939’da Ankara’da Türkiye-İngiltere-Fransa İttifak anlaşması imzalandı. Anlaşmaya göre Türkiye bir Avrupa devletinin saldırısına uğrarsa İngiltere ve Fransa yardımda bulunacak, buna karşılık Avrupa’da çıkacak bir savaş Akdeniz’e yayılırsa Türkiye’de İngiltere ve Fransa’ya yardımda bulunacaktı. Savaşın Balkanlara doğru yayılma eğilimi göstermesi üzerine Türkiye, Balkan Antantı’na bağlı ülkelerle de işbirliğini güçlendirmeye çalıştı. Ama Şubat 1940’ta Belgrad’da toplanan Balkan Antantı Bakanlar Konseyi bu yönde olumlu bir karar alamadan dağıldı. 10 Haziran 1940’ta İtalya’nın da katılmasıyla savaş Akdeniz’e yayılınca Türkiye’nin 1939 Ankara Anlaşması’yla üstlendiği yükümlülükler gündeme geldi. Ne var ki, Fransa’nın kısa bir süre sonra Fransa’nın teslim olması, İngiltere’nin de bu konuda ısrarlı davranmaması Türkiye’yi savaştan uzak tuttu.

        Alman orduları 1941 ortalarına doğru Balkanlar’ı tümüyle ele geçirince Türkiye’nin de Alman istilasına uğramasından, dolayısıyla Ortadoğu’daki yaşamsal önemdeki çıkarlarının tehlikeye girmesinden çekinen İngiltere, Türkiye’den savaşa katılmasını istedi. Bu sırada SSCB’ye saldırmaya hazırlanan Almanya da güney kanadını güvenceye almak amacıyla Türkiye’ye bir saldırmazlık anlaşması önerdi. Türkiye bunu hemen kabul etti. 18 Haziran 1941’de imzalanan bu anlaşma Türkiye’nin savaş dışı kalma siyasetinde yeni bir aşama oldu. Bunu 10 Ağustos 1941’de SSCB ile İngiltere’nin ortak notası izledi. Savaşın iyice yoğunlaştığı bu dönemde her iki ülke Türkiye’nin toprak bütünlüğüne saygılı olduklarını bildiriyorlardı. Buna karşılık Türkiye’den 1936 Montrö (Montreaux) Sözleşmesi’ni tam olarak uygulayarak İstanbul ve Çanakkale boğazlarını savaş gemilerine kapalı tutulmasını istiyorlardı.

      1942’de hem Almanya’nın hem İngiltere’nin başını çektiği Müttefikler’in Türkiye’yi savaşa sokmak için baskı uyguladıkları bir yıl oldu. Türkiye çeşitli gerekçeler ileri sürerek bunların hepsini geri çevirdi. Ama 1943’te Müttefikler’in üstünlüğü belirince İngiltere bu kez savaşın bir an önce bitmesine katkıda bulunmak ve zaferin nimetinden pay almak gibi görüşlerle Türkiye’yi Müttefikler’in yanında savaşa sokmaya çalıştı. Churchill bu amaçla 30 Ocak 1943’te Adana’ya gelerek İsmet İnönü’yle görüştü. İnönü, Churchill’in Türkiye’nin en geç Ağustos 1943’te savaşa katılması isteğine karşı, bunun gerekli silahların, savaş araç ve gereçlerinin verilmesi durumunda olanaklı olabileceğini söyledi. Bu konudaki görüşmeler sürerken Müttefikler 14-24 Ağustos tarihlerinde Kanada’nın Québec kentinde, 19-30 Ekim’de de Moskova’da düzenledikleri toplantılarda Türkiye’yi savaşa katmak yolundaki baskıyı arttırma kararı aldılar. 28 Kasım-2 Aralık tarihlerinde bir doruk toplantısı yapan Churchill, Roosevelt ve Stalin de bu kararı onayladı. Bunun üzerine Churchill ve Roosevelt 3 Aralık 1943’te İsmet İnönü’yü Kahire’ye davet ederek bu konudaki kesin isteklerini ilettiler ve Türkiye’nin Şubat 1944’te savaşa katılması durumunda her türlü yardımı keseceklerini bildirdiler. İsmet İnönü’nün askeri ve stratejik gerekçelerle savaşa katılmayı reddetmesi üzerine Mart 1944’te İngiltere, Nisan 1944’te de ABD Türkiye’ye askeri yardımı durdurdu. Diplomasi alanında da baskılar sürüyordu. Bu baskılara bir süre daha direnen Türkiye savaşın gidişinin iyice belirginleşmesi üzerine 2 Ağustos 1944’te Almanya ile siyasal ilişkilerini kesti. Bunu 6 Ocak 1945’te Japonya ile ilişkilerini kesmesi izledi. Ardından Müttefik liderleri Şubat 1945’te toplanan Yalta (Kırım’da) Konferansı’nda, yeni kurulacak Birleşmiş Milletler’e yalnızca 1 Mart 1945’e kadar Almanya’ya savaş açmış ülkelerin katılmasını içeren bir karar aldılar. Bunun üzerine Türkiye 23 Şubat’ta Almanya’ya savaş ilan etti. Bu sırada Almanya’nın yenilgisi kesinleşmiş olduğundan fiilen savaşa girmedi.

 II DÜNYA SAVAŞI’NIN TÜRKIYE’YE SIYASI ve EKONOMIK ETKILERI
II. dünya savaşı başlarken, Türkiye batı demokrasileri ile işbirliği yapmış, savaşın Akdeniz’e, Balkanlara ve Ortadogu’ya yayılmasının önlemek istemiştir. Türk Devlet Adamları II. Dünya Savaşında memleketi savaşın yıkıntılarından korumak için çaba harcamışlardır. Türk dış politikasının bu başarısının en önemli nedenlerinden biri, devleti yönetenlerin, I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı devletini savaşa sokup sonunda yıkan gelişmeleri iyi değerlendirmeleri ve yakın tarihten ders alarak aynı hataları tekrarlamamalarıdir.
      Prof. Dr. Fahir H. Armaoğlu’na göre “Türkiye’nin II. Dünya Savaşındaki durumu stratejik mevkiin önemi dolayısıyla gerek müttefik devletlerin, gerek Mihver Devletlerin Türkiye’yi kendi yanlarında savaşa sokmak için harcadıkları çabaların ve Türkiye üzerinde yaptıkları hikayesinden başka bir şey değildir.
Almanya’nın 1940 Mayısı’nda Fransa’ya saldırması ve İtalya’nın harbe katılması ile üçlü paktın hükümlerine uygun olarak savaşa müttefikleri ile katılması gereken Türkiye savaşa girmekten sakınmıştır. 28 Ekim 1940’ da İtalya’nın Yunanistan’a saldırmasıyla Üçlü Paktın üçüncü maddesi işlenmeye başladığından İngiltere ve Fransa’nın Yunanistan’a verdikleri garanti uyarınca bu devletin yardımına koşmaları Türkiye’nin savaşa katılmasını gerektiriyordu. Bu defa Alman tehdidine maruz kalan Türkiye, İngiltere’nin savaşa katılmasını istemesine rağmen savaşa girmesi mümkün olmamıştı. Almanya’nın Balkanlardaki faaliyetleri Alman-Sovyet Rusya ilişkilerini gerginleştiriyor ve bunun sonucunda Sovyet Rusya Türkiye’ye yakınlaşıyordu. Almanların Bulgaristan’a yerleşmesi, bütün Ortadoğu’nun Almanlara açılacağı endişesi, İngiltere’nin tekrar Türkiye üzerinde baskı kurmasına neden oldu.
      Almanların Rusya’ya saldırdığı günlerde, Almanya Irak’a yardım edebilmek, asker ve malzeme geçirebilmek ve Türkiye’yi razı etmek için toprak teklif etmiş ancak Türk hükümeti razı olmamıştır. Bunun üzerine Almanya 18 Haziran 1941 Saldırmazlık Paktı imza ederek, Sovyet Rusya’ya saldırmıştır. Bu Paktı, İngiltere ve Amerika’da hoş karşılamış, Amerika ödünç verme ve kiralama kanununca Türkiye’ye yaptığı yardımı kesmiştir.
Rusların zaferi kazanmaları, Türkiye üzerindeki Alman baskısını azaltırken, müttefik baskısını artırmıştır. Türkiye savaşa katılabilmek için orduya geniş ölçüde malzeme bakımından takviyesini istemiştir. Ancak ikinci cephenin açılmasıyla Türkiye’nin savaşa katılmasının değerini azaltmıştır. Tüm bu gelişmelere rağmen Türk hava alanlarından faydalanması isteği
de olumsuz sonuçlanmıştır.

       Tahran Konferansında Türkiye’nin harbe girmesi hakkında karar alınmış ve Türkiye’nin hava alanlarından müttefiklerin faydalanması zorunlu görülmüştür. İnönü savaşa katılmayı kabul etmiş, ancak bu katılımı savunma için gerekli malzemenin verilmesine bağlı tutmuştur. Kahire Konferansından sonra Rosevelt, Türkiye’ye yardım yetiştirilemeyeceğinden, faal olarak savaşa girmesinde sebep olmadığını açıklamıştır.
      Yalta Konferansında Sovyet Rusya’nın Boğazların statüsünü değiştirme isteği saldırgan tutumu üzerine Amerika ve İngiltere Boğazlar üzerindeki Türkiye’nin egemenliğini ihlal edecek statüye taraftar olmadıklarını beyan ettiler. Türkiye 23 Şubat 1945’ de Almanya ve Japonya’ya savaş ilan eder. Sovyetler Birliği 15 Mart 1945’ de Türk Sovyet saldırmazlık Paktının, yeni şartlara uymadığı için fesh eder. Almanya’nın yenilmesi, Avrupa dengesinde meydana gelen boşluktan yararlanan Sovyetler Birliği, Türkiye’ye karşı emperyalist emellerini Potsdam Konferansında Boğazlar konusunda devam etmiştir. Her türlü siyasi baskıya rağmen bu savaşta Türkiye’nin son ana kadar tarafsız kalması önemli bir başarıdır.

A ) SAVAŞ SONRASI TÜRKIYE’NIN DIŞ POLITIKASI
İkinci Dünya Savaşını izleyen ilk yılda Türkiye’nin dış politikada en büyük sorunu, savaş içinde düştüğü yalnızlıktı. 25 Nisan 1945’ te Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nın kurulması amacıyla toplanan San Francisco Konferansında bu yalnızlığı daha çok hissedecektir.

I-) Sovyet Rusya’nın Türkiye Üzerindeki İstekleri
Almanya’nın mağlubiyeti, Avrupa’nın dengesini Ruslar lehine, bozmuş ve bu durumda Türkiye için çok tehlikeli olmuştur. Sovyet Dış İşleri Bakanı Molotof, 19 mart 1945’te Moskova’da bulunan Türkiye Büyük Elçisine gönderdiği notada 17 Aralık 1925 tarihli Dostluk ve Saldırmazlık Paktının feshedildiği bildirilmiştir. Türkiye tehlikeyi bertaraf etmek için Sovyetlerle anlaşma yolunu denese de Türkiye’nin egemenlik ve bağımsızlık haklarının bir kısmını kaybetmeden Sovyetlerle anlaşabilmenin çok zor olduğu ortaya çıkmıştır. 7 Haziran 19452 te Sovyetler Birliği ile Türkiye anlaşmak istiyorsa; Türkiye Sovyet sınırının değişmesi, Boğazlarda Sovyet Rusya’ya üs verilmesi Montreux sözleşmesinin yeniden düzenlenmesini istemiştir.

   Bu durum karşısında Türkiye bağımsızlığını ve toprak bütünlügünü korumakta endişe duymuş, silahlı bir Sovyet saldırısına uğradığı taktirde tek başına da olsa karşı koymak azminde olduğunu dünyaya ilan etmiştir.
Birleşik Amerika ile Ingiltere’nin Sovyetler Birliği ile savaş sonrası iş birliği gerçekleştirmek Postdam Konferansi 17 Temmuz-2 Agustos 1945 tarihinde toplanmıştır. Postdam’da Sovyetlerin Bogazlar üzerindeki istekleri ve Bogazlar rejimini degiştirmek yolundaki teklifleri ile Rusya, Türkiye üzerinde yeniden baskı kurmak istemişlerdir. Postdam’da üç devlet Bogazlar konusunda anlaşamamiş, ancak Boğazların yeni bir rejime tabi olması, Amerikanın Bogazlar üzerinde söz sahibi olması hususunda mutabakata varilmiştir.

     Sovyetler, 7 Ağustos 1946 ve 25 Eylül 1946 tarihli notalar ile Potsdamdaki iddialardan da ileri giderek, Boğazların statüsünün yalnız Karadeniz’e sahildar devletler tarafından arasında tespit edilmesini ve kendilerine üs verilmesini istemişlerdir. Türkiye Sovyet Rusya’ya verdiği 22. 08. 1946 ve 18.10.1946 tarihli cevabı notalarda, Boğazlar rejimini değiştirecek bir konferansı kabul ettiğini ancak, bu konferansa A.B.D.’nin de katılacağını, Türkiye’nin egemenlik haklarına ve güvenliğine aykırı hiçbir teklif kabul etmeyeceğini bildirmiştir. Sovyetlerin Türkiye’ye karşı soğuk harp tehdidi, A.B.D’yi Ortadoğu ile ilgilendirmiş, Orta Doğu ülkelerinin egemenlik ve toprak bütünlüklerinin baskı ve sızma yoluyla tehdit edilmesine karşı, Sovyetlere kapalı bir şekilde ihtarda bulunmuştur.

II ) Amerika’nın Türkiye’yi Desteklemesi
a-) Truman Doktrini
    Sovyet Rusya’nın Boğazlar üzerindeki isteği ve baskısının devamı Türkiye bakımından önemli sonuçlar doğurmuştur. Bu sonuçlardan en önemlisi ordusunu hala savaş sırasındaki mevcudunda tutmak zorunda olmasıdır. İktisadi gücü yeterli olmayan Türkiye için bu durum karşınında tek çıkar yol dış yardım aramak oldu. Batı dünyasının savunması için çok önemli bir yerde buluna Türkiye ve Yunanistan’ı genişleme emellerine açıkça ortaya koyan Sovyet Rusya karşısında Yalnız bırakmamış ve bu iki ülkeye yardım etme kararını alan Başkan Truman, kendi adıyla anılan bir mesajı 12 Mart 1947 Mecliste okumuştur. 12 Temmuz 1947’de Türkiye ile Amerika Birleşik Devletleri arasında, Türkiye’ye yapılacak yardımla ilgili bir anlaşma imzalanmıştır.
     Truman Doktrini, bir yandan yeryüzünün iki bloğa ayrıldığını ve Sovyet-Amerikan mücadelesinin başladığını ilan edip, soğuk savaşın ilk adımlarını oluştururken, öte yandan Doğu Avrupa ve Balkanlardaki bölünmeyi de çok daha kesin çizgileriyle ortaya koymuştur

b-) Marshall Planı
    II. Dünya Savaşında ekonomik ve sosyal bakımdan bitkin bir durumda çıkan Avrupa Devletlerinin kalkınmasını sağlamak için A.B.D’de, 1948 yılında, dört yıl süreli “ iktisadi işbirliği Kanunu” kabul edilmiştir. Bu kanunun öncülüğünü Amerika Diş Işleri Bakanı General Marshall yapmıştır.
İktisadi İşbirliği Konferansına Türkiye’de katılmış, iktisadi durumu konusunda gerekli bilgileri vermiş ve savaş sonrası iktisadi kalkınma programı gerçekleştirmek için dış yardım yapılmasının istemiştir. Amerikalı uzmanlar Marshall Planının mili ekonomik kalkınma programının finansmanı değil, savaştan yıkılmış Avrupa’nın kalkınması için hazırlanmış bir plan olduğunu savunmuştur. Türk Hükümetinin isteği üzerine konuyu bir daha ele alan Amerikan Hükümeti Türkiye’yi Marshall Planı için almaya karar vermiştir.
Böylece dört yıl kapsayan (1947-1951) Avrupa Kalkınma Projesi, yani Marshall yardımı başlamıştır. Sovyet Rusya ise, Marshall planının Truman Doktrininden sonra ortaya çıkmasını, bu doktrinin uygulanması biçiminde yorumlamış kendi katılmadığı gibi Doğu Avrupa ülkelerinin de katılmaması için baskı yapmıştır.

III-) 1950-1960 Yıllarındaki Gelişmeler
a-) Kore Uyuşmazlığı
1950’den sonra Türkiye’nin dış politikasında önemli gelişmeler olmuştur. Rus işgali altında buluna Kuzey Kore’nin, Güney Kore’ye 1950 yılında saldırması meselesinin milletler arası bir durum almasını gerektirmiş ve Birleşmiş Milletler müşterek tedbirler almıştır. Bu polis tedbirine Türkiye'’e 4500 kişilik birlikle iştirak etmiştir. Türk askerinin Kore’de üstün başarısı milli itibarımız arttırmıştır.

b-) Kuzey Atlantik Paktına Katılma
    Kollektif güvenlikte açılan gediği kapatma gayesiyle 4 Nisan 1949’da imzalanan Kuzey Atlantik Paktı ile kısmi güvenlik mekanizması oluşturulmuştur. Bu sırada Türkiye Paktın dışında bırakılmıştır. Paktın 19 Eylül 1950 tarihli toplantısında Türkiye ve Yunanistan’ın pakta katılma istekleri Akdenize kadar genişlemeyi  devletler doğru bulmayarak redolunmuştur. 1951 Ocak ayında A.B.D. hükümeti Avrupa da Komünist tehlike arttığından bizzat kendisi paktın üyelerine telkinlerde bulunmuştur. 20 Eylül 1951’de Ottowa toplantısına kabul edilmiş, Şubat 1952 de Türkiye ile Yunanistan eşit şartlarda üye olarak katılmışlardır.

c-) Balkan İttifakı
II. Dünya Savaşı’ndan önce Balkanlarda barış ve güvenliği saglamak amaçlı pakt, savaştan sonra kurulan II. Balkan İttifakı, Komünist Rus Emperyalizmine karşı savunma tedbiridir. Her iki Balkan birliği de Türk-Yunan dostluğu üzerine gelişmiştir. Ancak Kıbrıs meselesi ile Türk-Yunan ilişkileri bozulunca ittifak önemini kaybeder.

d-) Bağdat Paktı (Cento)
   Türkiye ile Irak arasında 24 Şubat 1955 tarihinde Bağdat’ta imzalanmıştır. Antlaşmaya, İngiltere ( 5 Nisan 1955), Pakistan ( 23 Eylül 1955), İran’da ( 11 Ekim 1955) katılmış ve ilk toplantı 22 Kasım’da Bağdat’ta yapılmıştır.      

     Pakt Amerikanın teşvikiyle kurulmuş, Amerikanın pakta katılması arzu edilmiş ama Arap aleminin tepkisi karşısında pakta katılmamıştır.

     Paktın esas gayesi Orta Doğu barış ve güvenliği tesis etmek ve üye devletler arası sıkı iş birliğini sağlamaktı.

      14 Temmuz 1958’de ırak ihtilali ile yeni kurulan idare Bağdat Paktından ayrılmış ve bunun sonrasında paktın ismi değiştirilerek “Merkez Antlaşması Teşkilatı” kısaltılmışı ile Cento adını alır.

e-) Kıbrıs Meselesi
     Kıbrıs sorunu, 1954 yılının sonundan 1959 yılına kadar Türk Yunan Hükümetleri arasındaki resmi anlaşmazlık olarak sürmüştür. Kıbrıslı Rumların Kıbrıs’ı Yunanistan’la birleştirmek (Enosis) konusu Yunan kamuoyunda da etkisini gösterdi ve olay Yunan resmi makamlarınca da benimsendi. Yunan resmi makamları meseleyi 1954 yılında Birleşmiş Milletlere getirdiler. Siyasi komisyon konuyu inceleme lüzumu görmedi ve Yunan tezini red etti.
  26 Ağustos1955’te Londra Konferansında Türkiye, İngiltere ve Yunanistan karşı karşıya geldiler. Yunanlılar adanın kendilerine tabi olmasını istiyorlardı. Dayadıkları temel prensip de adadaki nüfusun çoğunluğunun Rum olması idi. Bu konferansta olumlu bir sonuç alınamadan dağıldı.
1956 yılında adanın taksimi konusu gündeme gelir ve Türk kamuoyu bu tezi kabul eder. 1958 yılında Kıbrıs’ta bunalım artar ve 1959 yılında Zurich’te iki devlet temsilcileri görüşür. Rumlar Enosis’ten Türkler ise taksimden vazgeçtiler. 16 Ağustos 1960’da Kıbrıs Cumhuriyeti ilan edildi. Devlet iki cemaatin ortaklaşa yetki ve sorumluluklarına dayanmaktaydı.

B ) İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NIN TÜRKİYE’YE EKONOMİK ETKİLERİ
1-) Savaş Yillarında Türkiye’nin Ekonomisi
Savaşın içinde doğrudan yer almadığı halde oldukça yakınında yaşayan ve çeşitli yönleriyle savaş ekonomisi deneyimi geçiren Türkiye üzerinde bu dönemin etkileri çok farklı olmuştur. Savaş boyunca yarı seferberlik havasını devam ettirmiş ve yetişkin nüfusunun askere alınması üretim hacminde düşmelere neden olmuştur. Savaş öncesinde başlayan planlama çalışmaları ve sınai yatırım programlar, savunma harcamalarının bütçeye hakim olması nedeniyle ertelenmiş ve bu yıllarda yeni yatırımlara girişmek yerine mevcut yatırımları korunup işletilmesi temel politika olarak benimsenmiştir.
Türkiye’nin ekonomik politikasını belirleyen temel metin, 1940 yılının başında çıkarılan ve hükümete ekonomiye müdahale konusunda sınırsız yetkiler veren “ Milli Korunma Kanunu” olmuştur. Savaş ortamının bir gereği olarak çıkartılan ve savaş içindeki diğer ülkelerinde aldığı önlemlerin bir benzeri olan bu yasayı, Devletçilik politikasının bir uzantısı olarak yorumlama gerekir. Resmi bir politika olarak daha önce başlamış olan devletçilikten uzaklaşma süreci savaş döneminde de bazı dalgalanmalarla devam etmiştir. Ülke dışında süren savaşın ve ülke içinde yer alan seferberlik ortamının ekonomik etkileri önemlidir. Bu bağlamda değinilmesi gereken birinci konu, Türkiye’nin ihraç ürünlerine olan talebin artmiş olmasıdır. Bu diğer bir deyişle, tarım kesiminin gelirlerinin artmasıdır. Ancak bu dönemde tarımsal üretim artmış degil, tersine azalmıştır. Bunun nedeni ise köylünün büyük çogunlugunun silah altina alinmiş olmasidir. Savaş ekonomisi uygulamasının yükünü küçük köylü çekerken, kazançlı olan pazara dönük büyük çiftçi olmuştur. Ikincisi, gelişmiş ülkelerin savaş içinde olmaları yani sıra Milli Korunma Kanunu çerçevesinde getirilen dış ticaret kısıtları, ithalatın önemli ölçüde daralmasıdır.9 İthalatın ve yerli üretimin daralmasının yarattığı kıtlık ortamı, devletin seferberliği para basarak finanse etmesi çabası ile birleştiğinde enflasyon ortamı yaratmıştır. Bu karaborsa spekülasyon ortamının sonucu ise, önemli bir sermaye birikim olmuştur. Diğer bir deyişle, savaş döneminden karlı çıkan ticaret sermayesidir.
Bu dönemde biriken olağan üstü servetleri vergileyerek seferberlik finansmanına katkıda bulunak amacıyla 1942 yılında “varlık vergisi” kanunu çıkartıldı. Bu kanunla sermaye ve gelirlerinde yeni bir vergi alınarak acil askeri masraflar karşılanmak istemiştir. İthal mallar ve ihtiyaç maddelerinde karaborsacılık ve vurgunculuk yaparak zenginleşmiş olanlardan, tüccarlardan ve aracılardan vergi almak ve böylece sıkıntı çeken dar gelirli sınıfları manenen tatmin etmek yoluna gidilmiştir. Bu noktaya kadar savunulması kolaydı ancak, eleştiriler kanunun uygulanma şeklinden doğdu. 10 Bu kanunun öncelikli gayr-i müslim azınlıklara uygulanarak Kurtuluş Savaşından beri süre gelen yerli tüccarların azınlıkların yerini alma politikasına katkıda bulunmuştur.
   Savaşın sona erdiğinde çıkartılan Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu ( 11 Haziran 1945 ); radikal hükümler içeren ve bir toprak reformu niteliği taşıyan bu yasa, meclisten güçlükle geçirilmiş ve büyük tepkilere neden olmuştur. Nitekim çıkarıldıktan hemen sonra tarım Bakanlığına bir toprak ağasının getirilmesi yoluyla fiilen uygulamadan kaldırıldı.

   Savaş döneminde ithalatın önemli derecede azalması ve buna karşılık ihracat gelirlerinin artması Türkiye'’in altın ve döviz rezervlerinin de birikimine yol açmıştır. Ancak bu durum Amerika’daki gibi sinai gelişme açısında olumlu etkilendiği halde Türkiye’de, toplumsal gelişme açısından, tam tersi bir sonuç yaratmıştır. Türkiye’de bir sanayi burjuvazisinin gelişmemiş olması ve sınai sermaye birikimini devletin yürütür olması bu durumun oluşmasında etkilidir.

II. SAVAŞ SONRASI EKONOMİK GELİŞMELER
Bu dönemde Türkiye, ABD önderliğinde yeniden kurulmakta olan dünya sistemi içinde bunalım öncesindeki konumunu yeniden alma süreci olarak değerlendirilebilir. Bunalım döneminden alınan dersler değerlendiren gelişmiş kapitalist ülkeler açısından en önemli sorun,uluslar arası meta ve sermaye dolaşımını yeniden canlandırmak bunun sürekliliğini sağlayacak önlemler almak olmuştur. Bu amaçla 1914 yılında Brettan Woods anlaşmasi ile kurulan Uluslararası Para Fonu (IMF) ile Dünya Bankası(IBRD), uluslar arası kapitalizmin işleyişini denetleyen üst organ olarak nitelendirilebilir. Diğer bir kurumsal düzenleme, ABD Dış İşleri Bakanı Marshall’ın Avrupa’nın savaş yıkıntılarından kurtulup kalkınmasının kendi ülkesinin yararına olacağı ve bu amaçla yardımda bulunabilmek isteği ile başlayan Marshall Yardım Programıdır. Türkiye’nin bu dönemdeki ekonomik yönelimi bu iki düzenleme doğrultusunda gelişecektir.
Marshall yardım programına katılmayı amaçlayan Türkiye savaş sırasında devletçilik ilkesi doğrultusunda hazırlandığı planı uluslar arası konjoktör uyarınca, bu planı kaldırmış, yerine 1947 Türkiye İktisadi Kalkınma Planı diye bilinen ve gerçekte Marshall’a katılabilmek için sunacak metni hazırlamıştır. 1947 planı tarım, haberleşme, sulama, enerji, demir-çelik, maden ve sanayi alanlarını temel etkinlik noktaları olarak kabul ediyor ve tarımsal gelişme üzerinde odaklaşıyordu. Kaynak açısından plan dış kredilere dayanmaktadır. Sonuç olarak Türkiye 1948’de yardım kapsamına alınarak OEEC’ye üye olmuştur. Bu yolda CHP iktidarı tarafından başlatılan süreç, 1950 DP tarafından sürmüştür.

1940 ilkbaharı, Almanların Danimarka'yı ve Norveç'i ele geçirmeleri
1941, 22 Haziran, Hitler'in savaş duyurusunda bulunmadan Rusya'ya saldırması
1942, Kasım'ı 1943 Şubat'ı, Ruslar'ın Almanlar'ı geri püskürtmeleri
1943, Temmuz'u, Mussolini'nin, İngiliz-Amerikan birliklerinin İtalya'ya çıkmasıyla iktidardan düşmesi, İtalya'nın savaştan çekilmesi.
1944, 6 Haziran, İngiliz-Amerikan birliklerinin Normandiya çıkartması
1945, 1 Mayıs, Hitler'in kendini öldürmesi, Alman başkomutanlığının teslim belgesini imzalamaları.

1945, Hiroşima'ya ve Nagazaki'ye atom bombalarının atılması


1) SOĞUK SAVAŞA GEÇİŞ DÖNEMİ(1945-1947),,

İKİNCİ DÜNYA SAVAŞINDAN SONRA GÜÇ DENGESİ

     "İkinci Dünya Savaşından sonra uluslararası politikanın yapısı başlıca dört gelişme nedeniyle radikal bir değişme göstermiştir: Geleneksel güç dengesinin merkezi ve en önemli öğesi olan Avrupa'nın ve Avrupa devletlerinin savaşta büyük tahribata uğramaları; Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği'nin "Süper Devletler" olarak ortaya çıkması; termonükleer silahların geliştirilmesi; dünyanın çeşitli bölgelerindeki ulusalcı hareketlerin "Avrupa İmparatorluklarına " karşı ihtilalcı tutumları.

İKİ KUTUPLULUK

    Avrupa'nın bir güç merkezi olarak dünya politikası sahnesinden çekilmesinden sonra, dünya en az yirmi yıl kesin çizgiyle ABD ve Sovyetler Birliği'nin çevresinde " iki kutuplu " bir nitelik kazandı." İkinci Dünya Savaşı'nda Hitler Almanyası ile Mussolini İtalyasını dize getiren güçler İngiltere ya da Fransa değil, ABD ile Sovyetler Birliği'ydi.Savaş sonrasından 1970'lere kadar uluslararası ilişkilerin tarihini, bu iki karşıt ideolojiye bağlanmış ABD ile Sovyetler birliği'nin yeryüzünde etki kurmak için gösterdikleri çabaların öyküsü olarak nitelemek gerçekçi bir genelleme olacaktır.Savaştan her bakımdan yıkık çıkan Avrupa devletleri bu iki " süper" devletin çevresinde kümeleneceklerdir."Böylece ortaya "iki kutuplu" bir denge çıkmıştır. "Soğuk Savaş " diye kısaca adlandırdığımız bu yeni durum, etkisini yirmi yıl kadar sürdürmüştür. Bugün bile tüm belirtilerinin ortadan kalktığını söyleyemeyiz.

1945'TEN SONRA KUTUPLAŞMAYA NEDEN OLAN OLAYLAR

     İkinci Dünya Savaşı, 1945 Mayıs ayında Avrupa'da, Eylül ayında da Asya'da sona erince, bu kıtalardaki güçler dengesinde büyük boşluklar meydana geldi. Unda, yenilen Almanya, İtalya ve Japonya'nın yanında, galip devletlerdn olan savaş öncesinin güçlü devletleri İng ve Frn'nın da savaştan büyük ölçüde yıpran mış olarak çıkması önemli rol oynadı.Bu devletlerin kendilerine gelebilmeleri için uzun yıllara gerek vardı.
Bu ba kımdan savaştan sonra, Avr'da Alm'nın, Asya'da Japonya'nın yerini tek başına dolduracak bu kıtalardn devlet bulunmamaktaydı. Savaştan sonra güçlü olarak ayakta kalabilenlerse, siyasi ve ekonomik doktrinleri birbiriyle çatışan, Avr'ya göre iki kenar devlet, yani ABD ile Sovy. Birliği idi. Bunlardan ABD, 1. D. S.ndan sonra
oldu ğu gibi, yeniden kıtasına çekilip olayları uzaktan izleme eğilimi içindeydi. Sovyet Birliği ise yayılma isteğindeydi,

     Bu sırada, savaş sonunda barış ve güvenliğe kavuştuklarını sanan, barışı kurmak ve korumak için kurduk larıBirleşmiş Milletler Örgütü'ne güvenen Batı Devletleri, altı yıl süren savaşın kamuoylarında meydana getirdiği yük ve bıkkınlığın da etkisiyle, silahlı kuvvetlerintamamına yakınını terhis ettiler. Buna karşılık Sovyetler, büyük ve güçlü ordularını daha da takviye etti, savaş sanayiini çalıştırmayı da hızlandırdı. Bu da, Batılı Devlet ler ile Sovyetler arasında bir dengesizlik meydana getirdi.

      Bu dönemde Sovyetler Birliği'ne karşı koyabilecek tek devlet ise sonunda kendi kamuoyunun etkisiyle, yeniden kıtasına çekilme politikasına dönme eğilimindeydi. Bu düşünce de, o günlerde dünyanın tek atom gücüne sahip olan bu devleti, hareketsiz hale getirmiş bulunuyordu.

     İşte bu durumdan da yararlanmak isteyen Sovyet Rusya, savaş sırasında kendi işgali altına geçen Doğu ve Orta Avrupa ülkelerini paylaştırırken, diğer yandan Türkiye, Yunanistan, İran üzerinde etkisini geliştirmek için baskıya ve isteklerde bulunmaya, Uzakdoğu'da da Çin'de girişimlerde bulunmaya başladı. Bunlar ise, karşı ittifaklara yol açtığı gibi, dünyayı yeni bir bloklaşma dönemine sürükleyen başlıca etkenler oldu.

 

AVRUPA'DA KURTULMA VE BÖLÜNME

 1.POSTDAM ÖNCESİ GELİŞMELER

 A)ABD İLE SOVYETLER BİRLİĞİ ARASINDAKİ ANLAŞMAZLIKLAR

    Savaş sırasında Avrupa'yı ilgilendiren kararlar üç büyük devlet tarafından alınmıştı. Böylece savaş sonu Avrupasının toplumsal ve siyasal yapısı büyük ölçüde onlar tarafından belirlendi. Bu noktanın iyi bilinmesi, Avrupa'da savaş sonrası gelişmelerinin anlaşılmasında son derece önemlidir. ABD'nin ekonomik, Sovyetler Birliği'nin askeri gücüne sahip olmayan İngiltere'nin zayıflığı savaş sonrasında açıkça ortaya çıktı ve böylece iki büyük devlet Avrupa'ya biçim verdiler.

     Savaş stratejisi konusunda İngiliz-Amerikan ilişkilerinde pek bir pürüz ortaya çıkmamışsa da aynı şey Sovyet-Amerikan ilişkileri için söylenemez. Sovyetler Birliği, ABD'den savaş içinde büyük miktarda Ödünç Verme ve Kiralama yardımı aldı. Ama yapılan yardımın 1945 Mayısında aniden kesilmesi, iki ülke arasındaki ilişkilerin bozulacağının en erken habercisiydi. Stalin, savaşın ortasında ekonomik yardımın yeterli olmadığını ve ba
tıda ikinci cephenin açılması gerektiğini söylüyordu. Bu cephenin erken açılmamasını ABD'nin art niyetine, bu devletin Almanya ile anlaşıp Hitler'i Sovyetler üzerine saldırtmak istemesine bağlıyordu. İkinci cephe açılıp her iki ordu da Avrupa'nın ortasına doğru ilerlerken bile, ABD ile Sovyetler arasında gerçek anlamda eşgüdümlü bir askeri planlama yoktu."

POTSDAM KONFERANSI, 1945

       Konferansta en çok tartisilan konu Almanya idi. Potsdam'da, daha çok Almanya'nin Nazilik ten ve askerlikten arindirilmasi konusu üzerinde duruldu. Çünkü Nazizim ortadan kalkarsa, militarizm de ortadan kalkar ve silaha da gerek kalmazdı. Ilk önce savas suçlularinin ceza landirilmasina karar verildi. Alman askerlerinin elinden silahlarin alinmasi, demokratik düze nin kurulmasi; bunu yapmak için ise, egitim sisteminin tümüyle degistirilmesi gerekirdi.Bunun için Almanya'nin bir süre isgal altinda kalmasi kararlastirildi. Buna göre, Almanya, Sovyet, Ingiliz, Amerikan ve Fransiz isgal kuvvetleri komutanlarinca yönetilecek dört ayri isgal bölgesine ayrilacakti. Berlin, Viyana ve Avusturya ayni sekilde bölünecekti. Almanya'da demokrasiyi kurmak için, tüm ülkeyi
kapsayan ve yerel özerkli ge sahip devletlerden olusan bir FEDERASYON kurulmasina karar verildi. Maliye, ds ticaret ve bunun gibi konular ise federalizm kapsamina alinmayarak "Denetim Kurulu" olusturuldu."

       Postdam Konferansı'nın en çok zamanını alan Almanya sorunu, "soğuk savaş "ın en önemli konusu oldu.Postdam Konferansı'nın en çok zamanını alan Almanya sorunu, "soğuk savaş "ın en önemli konusu oldu

      İkinci Büyük Savaş'tan sonra iki büyük devlet ortaya çıktı: ABD ve SSCB.

    ABD ve İkinci Büyük Savaştan büyük yaralar alarak çıkmış, bir kısım Batı Avrupa devletleri, kapitalist düzenleri için tehdit oluşturan devlet kapitalizmine, SSCB'ye karşı ortak bir askeri aygıt oluşturdular. 4 Nisan 1949'da, 12 Batılı ülke; ABD, İng, Frn, Belçika,Hollanda, Lüxemburg, Kanada, İtalya, İzlanda, Danimarka Norveç ve Portekiz NATO'yu (North Atlantic Treaty Organization-Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü) kurdu.

SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİ
İkinci Büyük Savaş'tan sonra iki büyük devlet ortaya çıktı:
ABD ve SSCB.
ABD ve İkinci Büyük Savaştan büyük yaralar alarak çıkmış, bir kısım Batı Avrupa devletleri, kapitalist düzenleri için tehdit oluşturan devlet kapitalizmine, SSCB'ye karşı ortak bir askeri aygıt oluşturdular. 4 Nisan 1949'da, 12 Batılı ülke; ABD, İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda, Lüxemburg, Kanada, İtalya, İzlanda, Danimarka, Norveç ve Portekiz NATO'yu (North Atlantic Treaty Organization-Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü) kurdu.
Soğuk Savaş, özellikle baskın iki iktidar odağının karşılıklı tehditlerinin ve bu tehditleri kullanarak dünyada hakimiyet kurma çekişmesinin on yıllar süren dönemidir.
Soğuk Savaş döneminde kapitalizmin, "dehşetengiz" Sovyet tehdidinin karşısında sıra dağlar gibi duran askerî aygıtı NATO, ortak tehdide karşı askeri alanda birleşen Atlantik ötesi dostlarının ortak hedefleri çerçevesinde işbirliğinin devamını ve gücünü teşkil ediyordu. NATO'nun kurulduğu ilk dönem, üye devletlerin "güvenliğinin" ABD'nin nükleer gücüne dayalı olduğu, "caydırıcılık" için en önemli silahı "nükleer güç" kullanımının oluşturduğu dönemdir. O zaman ve şimdi de NATO'nun esas askeri gücünü ABD oluşturmaktadır. 1950'lerde SSCB'nin de nükleer silah üretmesi ve karşılık verebilme yeteneği elde etmesiyle Bush Doktrini olarak ilan edilen ancak hiç de yeni bir buluş olmayan, o zaman da benimsenmiş "önleyici savaş" stratejisinden vazgeçilerek "çevreleme" ve "caydırma" politikalarına ağırlık verildi. Bu arada 1952 yılında Türkiye ve Yunanistan NATO'ya katıldı. SSCB'ye karşı tampon devletler ve ileri karakollar oluşturulmaya, yeni üsler açılmaya devam etti. 1955'te Almanya, 1982'de İspanya NATO'ya dahil oldu. 1960'lardan itibaren de "esnek karşılık" denilen ve "nükleer silah kullanımı" temelli stratejini yerini alan yeni bir strateji geliştirildi. "Ortak düşman"ı çevreleme ve krizleri konvansiyonel yöntemler kullanarak çözer gibi yapma stratejisine ağırlık verildi. Soğuk Savaş dönemi, Monroe Doktrini ile kendisine dokunmadıkça dünyanın geri kalanıyla pek alakadar olmayan ABD'nin küresel iktidar olmaya oynadığı ve SSCB paranoyasıyla (iktidarın gıdası) askerî, ekonomik, siyasî hegemonyasını kurduğu bir dönemdir. Bu dönem boyunca NATO en önemli aygıtı olmuştur. Soğuk Savaş sona erdikten sonra da ABD, bu hegemonyasını korumak ve geliştirmek için yeni iktidar-korku-gelecek senaryoları yazmaya ve mekanizmalar oluşturmaya, varolanları dönüştürmeye koyulmuştur.

1946, Türkiye'de çok partili hayata geçiş


1947, Hindistan'ın İngiltere'den çekilmesi
1947, Birleşmiş Milletler'in Filistin'in Araplar ve Yahudiler arasında bölüştürülmesi, kararı
1947, Truman Doktrini

Truman Doktrini, 1947 yılında Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Harry Truman tarafından Sovyet tehdidine karşı hazırlanmış plandır. Truman Doktrini, Amerika Birlieşik Devletleri'nin uluslararası politikasının değiştiğini ve Sovyet düşmanlığının bu yeni politikada temel esas olduğunu ilan etmiştir. Bu doktrin ile Amerika Birleşik Devletleri "komünizm tehdidi" altındaki devletlere mali ve askeri yardım yapacağını açıklamıştır.

Temel Nedenler

Almanya'nın çöküşü, II. Dünya Savaşı boyunca bastırılmış düşmanlıkları tekrar su yüzüne çıkardı. Almanya'ya karşı Sovyetler ile ittifak kurmuş olan Amerika ve İngiltere, Bolşevik Devrimi'nin ilk günlerinden beri komünizme düşman idiler. Hatta başta İngiltere olmak üzere İtilaf Devletleri, Birinci Dünya Savaşı bittikten sonra Bolşeviklerle mücadele eden Çarlık yanlısı Rusları desteklemiş ve bu amaçla Vladivostok, Murmansk ve Archangelsk limanlarına asker çıkarmışlardı.

Amerika'nın Japonya'ya attığı atom bombaları Japonya'nın teslimiyetini sağlarken aynı zamanda Amerika'nın askeri üstünlüğünü de vurguladı. Bu iki saldırıyı Sovyetler'e yönelmiş bir tehdit olarak algılayan Stalin, Batı ile arasında kendisine bağlı uydu devletler kurarak bir “tampon bölge” oluşturmak istiyordu. Bu ilke Sovyetler'in savaş sonrasında Doğu Avrupa politikasının temelini oluşturmuştur.

Bu amaçla Sovyetler'in komünist ideolojiyi yaymaya çalışması ve Doğu Avrupa'da komunist uydu-devletler kurmaya başlaması Amerika'da büyük korkuya yol açmıştı. Bu sebeple 1947 yılından başlıyarak Amerika dış politikasının esası komünizm ile mücadele olmuştur.

Truman Doktrini’ni hızlandıran başlıca neden, Sovyetler’in güneye doğru yayılmasıdır. Yunanistan’da komunist gerillalarla zayıf merkezi hükümet arasında başlayan iç savaş, Truman Doktrini’nin ilan edilmesini hızlandırmıştır. Ayrıca Stalin şefliğindeki Sovyetler Birliği'nin, Lenin zamanında imzaladığı Brest Litovsk Barış Antlaşması ve Moskova Antlaşması hükümlerine rağmen Türkiye’den Sarıkamış, Kars, Ardahan ve Artvin vilayetlerini ve İstanbul ve Çanakkale Boğazlarında askeri üsler kurmak istemesi ve bu amaçla Türkiye’ye baskı yapması, diğer hızlandırıcı nedendir.
Başkan Truman, 12 Mart 1947’de Kongre’de kendi adıyla anılacak bu doktrini açıkladı. Truman’a göre Amerika, komünizm ile silahlı mücadele veren ve dış ülkelerin baskısı altında bulunan devletlere mali ve askeri yardım yapmalıydı(Burada kastedilen ülkeler Yunanistan ve Türkiye’dir). Bu amaçla Kongre’den 400 milyon dolar kullanma izni istedi. Kongre’nin 22 Mayıs’ta bu isteğini kabul etmesi üzerine Türkiye’ye 100 milyon, Yunanistan’a ise 300 milyon dolar yardım yapıldı.

Doğrudan Sonuçları

Truman Doktrini’nin en önemli sonucu, Yunan İç Savaşı’nın seyirini değiştirip, merkezi hükümetin komunistleri yenmesini sağlamış olmasıdır. Böylece Soğuk Savaş’taki ilk silahlı mücadelelerden birinden Batı Bloğu kazanarak çıkmış oluyordu.

Diğer önemli bir sonuç ise, aldığı yardım sayesinde Türkiye’nin Sovyetler’e karşı kendini daha rahat hissetmesidir. Ayrıca bu yardım Türkiye ile Batı Bloğu arasındaki ilişkileri iyileştirmiş ve Türkiye’nin NATO’ya girmesini sağlayacak sürece katkıda bulunmuştur.

Truman Doktrini, kendisinden sonra gelecek olan Marshall Planı’na öncülük etmiş ve doktrinin başarısı Marshall Planı’nın hazırlayıcısı olmuştur

Sembolik Sonuçları

Truman Doktrini, yeryüzünün iki bloka ayrıldığını ve Sovyet-Amerikan mücadelesinin başladığını ilan etmiştir. Buna ek olarak, Truman Doktrini ile Amerika, maliyesi II. Dünya Savaşı’nda iflas etmiş olan İngiltere’nin bölgeden çekilmesiyle oluşan boşluğu doldurarak Sovyetler’in güneye doğru genişlemesinin yolunu kesiyordu.

Truman Doktrini ile Amerika, geleneksel dış politikasını değiştiriyor ve I. Dünya Savaşı sonundaki tutumunun aksine dünya siyasetinde aktif bir rol üstleniyordu.

   
   
   

 

Savaş öncesinde Kore, kolera salgınlarına uğrayan, okuma-yazma oranı düşük ve endüstrileşmeyi kaçırmış bir ülkeydi. Son yüzyıl boyunca, Uzakdoğu güç oyunlarında satranç tahtasındaki bir piyon gibi oynanmıştı. Kendi güvenliğini arttırmak ve Çin üzerinde daha rahat nüfuz kurmak için 1905 yılında Japonya, Rus Çarlığı'nı yenerek Kore'ye sahip olmuştu.

Kore; 1945 yılında Japonya'nın teslimiyetinden sonra, Amerika ile Sovyetler Birliği arasındaki anlaşmazlığın yüzeye çıktığı ilk yerlerden birisi oldu. Bu iki süper güç Japonya'dan aldıkları Kore toprakları üzerinde yerli ama kendilerine bağımlı hükümetler kurduktan sonra 1948-1949 yıllarında askerlerini çektiler. Böylece Sovyet yanlısı Kuzey Kore ile Amerikan yanlısı Güney Kore kuruldu ve 38. enlem aralarında sınır oldu.

Sovyet lideri Stalin'in desteğiyle Kuzey Kore birlikleri 25 Haziran 1950'de 38. enlemin güneyine doğru hareket etti. Böylece Kore Savaşı resmen başlamış oldu.

      Kore Savaşı, Güney Kore'de  Hanguk-jeonjaeng (Han-Guk Savaşı) ve ya  Yugio sabyeon (25 Haziran Olayı), Kuzey Kore'de  Chogukhaebang chŏnjaeng (Vatan Kurtuluş Savaşı). 1950-1953 yılları arasında yapılan, Kuzey Kore ile Güney Kore arasındaki savaştır. Savaş, Amerika ve Müttefiklerinin, daha sonra da Çin Halk Cumhuriyeti'nin müdahelesiyle uluslararası bir boyut kazanmıştır. Kore Savaşı sonunda Kore'nin bölünmüşlüğü korunmuş ve bugüne kadar gelen birçok sorun miras kalmıştır.Savaş,2007'de Güney Kore ve Kuzey Kore arasında imzalanan barış antlaşmasına değin kağıt üzerinde devam etmiştir

Amerika'nın tepkisi

ABD Başkanı Truman'a göre bu harekat Sovyetler Birliği tarafından yönetilmekteydi ve geniş ölçekli bir Çin-Sovyet ortak saldırısının ilk adımıydı. Fakat yine de Amerika'nın ilk tepkisi ölçülüydü. Truman Japonya'daki Amerikan birlikleri komutanı General Douglas MacArthur'a Güney Kore'ye malzeme yardımı yapılması için emir verdi. Ayrıca Amerika, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'ni derhal toplantıya çağırdı. Bir Amerikan tasarısı dokuz olumlu ve bir çekimser (Yugoslavya) oy ile kabul edildi. Çin Halk Cumhuriyeti'nin BM'de temsil edilmemesini protesto etmekte olan Sovyetler Birliği, temsilcilerini konseyden çekmiş olduğu için kararı veto edemedi. Güvenlik Konseyi'nin aldığı bu kararla Kuzey Kore'nin saldırgan olduğu belirtiliyor ve birliklerini 38. enlemin kuzeyine çekmesi isteniyordu.

Kuzey Kore'nin BM kararını dinlememesi ve askeri durumun Güney Kore açısından gittikçe kötüleşmesi, Amerika'nın Hava ve Deniz birliklerini harekete geçirmesine yol açtı. 8. Amerikan Filosu Tayvan Adası'na yollanarak Kore'nin düşmesi durumunda adanın savunulmasında güçlü olunması sağlandı. Aynı gün, yani 27 Haziran'da, BM Güvenlik Konseyi, üye devletleri Güney Kore'ye yardım etmeye çağıran karar tasarısını kabul etti (7'ye karşı 1 oyla; Yugoslavya karşı, Mısır ve Hindistan çekimser).

Birleşmiş Milletler'in Güney Kore'ye birlikler yollamasıyla (bu birliklerde kara kuvvetlerinin %50'si, hava kuvvetlerinin %93'ü ve deniz kuvvetlerinin %86'sı Amerikalı'ydı) Kuzey Kore yenilmeye ve geri çekilmeye başladı. Kuzey Kore'yi 38. paralelin kuzeyine iten BM kuvvetleri eski sınırlarda durmadı ve iki Kore'yi birleştirme amacıyla Kuzey'i işgale başlayıp Çin sınırına kadar yaklaştı.

Bu durum, savaşa daha önce ilgisiz olan Çin'in tepkisine yol açtı. O zamana kadar Çin, bütün ilgisini milliyetçi Çin hükümeti'nin idaresinde olan Formoza (Tayvan) Adası'nın geri alınmasına vermişti. Ancak, Amerikan müttefiki bir Kore kurulması Çin'i ciddi bir şekilde tehdit ediyordu. 38. Enlem'in geçilmesi durumunda savaşa gireceğini açıklayan Çin, BM birliklerinin durmaması sebebiyle aktif olarak Kuzey Kore'yi desteklemeye başladı.

24 Ekim 1950'de Amerikalı Mareşal Douglas MacArthur "savaşı bitirecek bir hücuma" girişeceğini söylemesiyle 'Çin Halk Gönüllü Ordusu' (Çince: )' adında yüzbinlerce Çinli "gönüllü" sınırdaki Yālù nehrini geçerek gizlice Kore'ye girdi ve birçok Amerikan/BM birliğini savaş dışı bıraktı. BM'nin zaferi, kısa süre içinde toplu geri çekilme halini almıştı.

Ocak 1951'de Başkan Truman, savaşı yürütebilmek için, Amerikan Kongre'sinden özel yetkiler istedi. 50 Milyar dolarlık bir savaş bütçesi oluşturuldu. Amerikan ordusu kısa süre içinde mevcudunu %50 arttırdı ve bölgeye ek hava birlikleri yolladı.

Kore Savaşı artık Kuzey - Güney Kore savaşı değil, Çin-ABD savaşı olmuştu.

SAVAŞIN BİTMESİ

'Çin Halk Gönüllü Ordusu' BM birliklerini 38. paralelin güneyine püskürterek Güneyi işgale başladı. Ancak, Birleşmiş Milletler ordularının karşı saldırısı sonucunda cephe 38. paralel boyunca sabitlendi. Bu arada Mareşal Douglas MacArthur'un, Başkan Truman'ın aksi yöndeki emirlerine riayet etmeyerek ordularını tekrar Çin sınırına kadar ilerletmek istemesi üzerine Truman tarafından res'en emekliye sevkedildi. Savaşın durağan bir nitelik alması ve iki tarafın da herhangi bir kazanç elde edememesi, tarafları barış görüşmeleri yapmaya itti. 1951 Nisan'ında başlayan görüşmeler sonucunda ancak 1953 Temmuzu'nda barış antlaşması imzalandı.

SONUCU

Kore Savaşı sonucunda Kuzey Kore, Çin ile batı bloğu arasında tampon bölge haline geldi. Savaştan yine en çok Koreliler zararlı çıktı. Kore yakılıp yıkıldı;yaklaşık olarak 3 milyon insan öldü Bunlardan yaklaşık 36.000'i Amerikan askerinden, 600.000'i Koreli askerlerden ve 500.000'i Çin'li askerlerden oluşmaktadır.

Bu savaş Amerika Birleşik Devletleri'ne atom silahları gücüne güvenmemeyi öğretti. Amerika'nın atom üstünlüğüne karşın Çin'in ve Sovyetler'in Kuzey Kore'yi desteklemesi, Batı Bloğunu konvansiyonel savaş gücünü arttırmaya itti.

Kore Savaşı'nda Türkiye

Sovyet baskısına karşı müttefikler arayan ve bu sebeple NATO'ya girmek isteyen Türkiye, bu isteklerini daha kolay elde etmek ve Amerika'ya yakınlaşmak amacıyla Kore Savaşı'na bir tugay yollamıştır.
Tuğgeneral Tahsin Yazıcı komutasındaki 259 subay, 18 askeri memur, 4 sivil memur, 395 astsubay, 4414 erbaş ve er olmak üzere 5090 kişilik 1. Türk tugayı, 17 Eylül 1950'de İzmir'den hareket ederek 12 Ekim 1950'de öncü takım Pusan limanına ulaştı ve 17 Ekim'de ana birliği de Pusan'dan karaya çıktı. Aynı gün Pusan'dan hareket ederek 20 Ekim'de Taeg'a varıp Birleşmiş Milletler ordularına iştirak etti. 10 Kasım'da Taeg'dan hareket ederek 21 Kasım'da Kunuri'ye vararak Amerikan 9. Kolordusu'nun sağ kanadında konuşlandırıldı.

Kore Savaşı'nda çok kiritik noktalarda görevler üstlenen Türk Tugayı 6 Ocak 1951'de Chonan'da 20 gün ihtiyatta kaldıktan sonra savunma mevziinin bir bölümünü elde geçirmekle görevlendirildi. Bu görev için 24 Ocak'ta Chonan'dan hareket eden Türk Tugayı'nın yapacağı muharebenin mahiyeti, düşman mevziine cepheden taarruz etmekti ve netice süngü ile alınacaktı. Sonuçta 26 Ocak 1951'de Kumyangjangni kasabası, 156 rakımlı tepe ve 25 Ocak 1951’de de düşmanın direniş gösterdiği 185 rakımlı tepe ele geçirildi. Bu başarılı muharebelerinden dolayı Türk Tugayı'na Amerikan Kongresince Mümtaz Birlik Nişanı ve beratı verildi. Ayrıca Türk Silahlı Kuvvetlerine Güney Kore Cumhurbaşkanlığı Birlik Nişanı verildi.

Kunuri Savaşı: Türkiye'nin Kore Savaşı'nda Çin ve Kuzey Kore birliklerine karşı direndiği savaş. 4 gün süren bu muharebeler - 26 Kasım 1950’de Kuzey Kore'nin Çin (Mançurya) sınırı yakınındaki Kunuri’den Tockchon istikametine başlayan intikale müteakiben icra edilen; 28 Kasım 1950’de Wavon, 29 Kasım 1950’de Sinim-ni, Kaechon ve Kunuri Boğazı Muharebeleri ile 30 Kasım 1950’de Sunchon Boğazı muharebesi- Kunuri ile Tokchon arasında cereyan etmiştir. Kore’ye geleli henüz bir ay olan Türk Tugayı bu muharebeler ile; o zamana kadar savaşa müdahale etmeyen çok üstün sayıdaki Çin Ordularının 25 Kasım 1950’de baskın şeklinde başlayan saldırısından, geri çekilmeye başlayan Birleşmiş Milletler (BM) Kuvvetlerinin yan ve gerilerini korumuş, düşmanı oyalayarak bu kuvvetlerin emniyetli bir şekilde geri çekilmeleri için yeterli zamanı (3 gün) kazandırmıştır. Bu suretle BM kuvvetleri emniyetli bir şekilde geri çekilmiş ve K.Çin Ordusu tarafından kuşatılarak imha olmaları önlenmiştir. Bu arada Türk Tugay’ı da kendisini çepeçevre kuşatan düşman çemberini yararak, çok zayiat vermesine rağmen imhadan kurtulmayı başarmıştır. Bu muharebede Tugay’ımızın toplam zayiatı; 767 subay, astsubay ve er’dir. (218 şehit, 455 yaralı ve 94 kayıp)

Türk Tugayının bu ilk muharebesinde süngü süngüye savaşarak gösterdiği cesaret, Birleşmiş Milletler ordularına kuvvet veren diğer ülke birliklerinin de moralini yükseltmiş ve onların da süngü takarak yakın muharebe yapmalarını teşvik etmiştir. Türk kuvvetlerinin süngü muharebesinde telef olan Çin ve Kuzey Kore askerlerinin cesetlerinin durumu ise düşman askerlerinin savaşma azmini kırmıştır.

Savaşa katılan Türk birlikleri]

1. Türk Tugayı (Tugay Komutanı Tuğgeneral Tahsin Yazıcı, dönüşte DP milletvekili)

·                                                                       241. Piyade Alayı (Alay Komutanı Albay Celâl Dora, alay lağvedildikten sonra Tugay komutan yardımcısı, dönüşte CHP milletvekili)

·                                                                       1. Tabur (Tabur Komutanı Binbaşı İmadettin Kuranel)

·                                                                       2. Tabur (Tabur Komutanı Binbaşı Miktat Uluünlü, 18 Mayıs 1951'de şehit Mezartaşı)

·                                                                       3. Tabur (Tabur Komutanı Binbaşı Lütfi Bilgin, 24 Mayıs 1951'de şehit Mezartaşı)


1. Türk Tugayı'nın toplam kaybı şöyledir: 721 şehit, 2111 yaralı, 175 kayıp , 234 esir (POW) , 298 belirsiz .


1953, Kore Savaşı'nda ateşkes
1953-1954, Rusların, Amerika'dan birkaç ay sonra hidrojen bombalarını patlatmaları
1954, Vietnam'ın Fransız egemenliğinden kurtulması

                                                                                                                                   

 

956, Macarların ülkelerindeki komünist rejime başkaldırmaları
1956, Süveyş bunalımı
1957, Gana'nın bağımsızlığını kazanan ilk Afrika kolonisi olması
1957, Rusya'nın uzaya uydu gönderen ilk ülke oluşu


1957, Roma Andlaşması ile AET'nin kurulması

Ilk olarak 1957 yılında Belçika, Almanya, Fransa, Hollanda, Lüksemburg ve İtalya tarafından Roma Antlaşması'nın imzalanmasıyla A vrupa Ekonomik Topluluğu adı altında kurulmuş topluluktur. Avrupa Birligi’nin temelini, II. Dünya Savaşı sonrasında sanayi açısından özellikle önem kazanan iki temel hammadde olan kömür ve çelik sektörünü güçlendirmek amacıyla 1951’de kurulan A vrupa Kömür ve Çelik Topluluğu oluşturmaktadır.

1958’de yürürlüğe giren Roma Antlaşması üye ülkeler arasında önce gümrük birliğini, yani malların gümrük vergisi ödenmeksizin üye ülkeler arasında serbestçe alınıp satılmasını öngörmüştür. Ancak Roma Antlaşması’nda nihai hedefi sadece ekonomik değil ortak tarım, ulaştırma, rekabet gibi diğer birçok alanda ortak politikalar oluşturulması, ekonomik politikaların yakınlaştırılması, ekonomik ve parasal birlik kurulması, ortak bir dış politika ve güvenlik politikası oluşturulmasıdır. Bu yapının oluşturulmasının öncüleri Fransız Planlama Teşkilatı Başkanı Jean Monnet ve Dışişleri Bakanı Robert Schuman olmuştur.

A vrupa Ekonomik Topluluğu ilk kez 1973 yılında Ingiltere, Danimarka ve İrlanda’nın katılımıyla genişlemiş, bundan sonraki katılımlar ise 1981’de Yunanistan, 1986’da Ispanya ve Portekiz’in üyeliğe katılımı şeklinde olmuş, üye sayısı 12’ye çıkmıştır. 1995 tarihinde ise Avusturya, Finlandiya ve İsveç’in katılımıyla üye sayısı 15’i bulmuştur. AB’nin son ve en geniş kapsamlı genişlemesi 2004 yılında olmuştur. 10 yeni aday ülkenin üyelik antlaşmalarını imzalamalarıyla AB üyesi ülke sayısı Mayıs 2004’te 25’i buldu. Bulgaristan ve Romanya ise üyelik müzakerelerini sürdürmekte olan ve üyelikleri 2007 yılı için öngörülen ülkelerdir.

AB´yi oluşturan temel değerler kalıcı barışın sağlanması, birlik, eşitlik, özgürlük, güvenlik ve dayanışmadır. AB’nin amaçları özgürlük ve demokrasi ilkelerini korumak ve tüm üyeler tarafından insan haklarına saygı ve temel haklar ile birlikte hukukun üstünlüğü kuralının uygulanmasını sağlamaktır.

A vrupa Bayrağı

A vrupa bayrağı sadece AB´nin değil, aynı zamanda A vrupa’nın bütünlüğünün ve genel anlamda kimliğinin bir sembolüdür. Altın yıldızların oluşturduğu daire dayanışmanın ve A vrupa’daki insanların birbirleriyle uyumunu temsil eder.

Bayraktaki sayıların AB´ye üye ülkelerin sayısıyla bir bağlantısı yoktur. Bayrakta 12 yıldız vardır. Çünkü 12, geleneksel olarak mükemmeliyetin, bütünlüğün, birliğin sembolüdür. Bu yüzden AB ne kadar genişlerse genişlesin, bayrak hep aynı kalır.

Bayrağın Tarihçesi

Bayrağın tarihçesi 1955'li yıllara kadar uzanıyor. O zamanlar AB 6 üyesiyle birlikte A vrupa Kömür ve Çelik Topluluğu olarak anılıyordu. Bu topluluktan bağımsız olan A vrupa Konseyi ise daha önce oluşturulmuş ve daha çok üyeye sahipti ve o zamanlar insan haklarını savunma ve A vrupa kültürünün desteklenmesi politikasını izliyordu.
A vrupa Konseyi kendi bünyesi için kullanabileceği bir sembol arayışındaydı. Çeşitli müzakerelerden sonra mavi bir fon üzerine 12 altın yıldızın oluşturduğu bir daire bulunan sembolde karar kılındı. Birçok geleneğe göre 12 sayısı mükemmeliyeti temsil eden bir semboldü. Aynı zamanda 12 sayısı, bir yıldaki ayların sayısı, ayrıca saatin üstünde yer alan sayıların toplam sayısıdır. Daire ise bir birlik, bütünlüğün sembolüdür. Buna göre, A vrupa’nın bayrağı, A vrupa’daki insanların birlik ve bütünlüğünü temsilen oluşturuldu.
A vrupa Konseyi, daha sonra diğer A vrupa kurumlarını da aynı bayrağı kullanmaya teşvik etti ve A vrupa Parlamentosu söz konusu konuyu 1983 yılında gündemine aldı. 1985’te bayrak, AB’ nin devlet başkanları ve hükümetler tarafından -o zamanlardaki adıyla A vrupa Topluluğunun- resmi amblemi olarak kabul edildi.
1986 yılından beri tüm A vrupa kurumları bu bayrağı kullanıyor. A vrupa bayrağı A vrupa Komisyonunun, yani Avrupa Birligi yürütme organının tek amblemidir. Diğer AB kurumları ve diğer organlar A vrupa bayrağının yanısıra kendi amblemlerini de kullanıyorlar.

EURO

1 Ocak 2002'den itibaren, 12 A vrupa ülkesi, kendi ulusal para birimlerini bıraktılar ve bir ortak para birimini kabul ettiler: Euro
Yeni Euro banknotlar ve metal paralar, ülkeden ülkeye değişen bir geçiş dönemi boyunca, ilgili ulusal paraların yanı sıra dolaştı. Fakat, 1 Mart 2002'de, bütün Euro bölgesinde tek yasal para haline geldi.

Euro konusunda daha fazla bilgiyi www.europa.eu.int/euro  adresindeki A vrupa Komisyonu'nun veya www.euro.ecb.int adresindeki A vrupa Merkez Bankası'nın Internet sitesinden edinebilirsiniz.

Hangi ülkeler Euro'yu kabul ediyorlar?
AB üyesi 15 ülkeden 12'si ortak para birimine katılıyorlar. Bunlar:
• Belçika
• Almanya
• Yunanistan
• İspanya
• Fransa
• İrlanda
• İtalya
• Luksemburg
• Hollanda
• Avusturya
• Portekiz
• Finlandiya
(Danimarka, İsveç ve Birleşik Krallık (İngiltere), AB üyeleridir fakat halen tek paraya katılmıyorlar).
Sadece bir kaç gün içinde, 14 milyardan fazla Euro banknot ve 50 milyar Euro metal para, hemen hemen aynı sayıda ulusal banknot ve metal paranın yerine geçti. Bu değişiklik 300 milyondan fazla insanı etkiledi. Daha önce bu çapta bir operasyon hiç yapılmamıştı.

Euro'nun simgesi nedir?
A vrupa Komisyonu tarafından geliştirilen Euro simgesi - € - Yunanca epsilon harfinden esinlenerek yaratılmıştır ve aynı zamanda 'A vrupa' sözcüğünün ilk harfine işaret eder. İki paralel çizgi, Euro alanındaki istikrara gönderme yapar.
Euro'nun resmi uluslararası kısaltması EUR'dur

Üye Ülkeler
Almanya, Fransa, İtalya, Belçika, Lüksemburg ve Hollanda, 1957 yılında Roma Antlaşması’nı imzalayarak A vrupa Ekonomik B irliği’ni (AET) kurdular. İlk genişleme dalgası İngiltere, İrlanda ve Danimarka’nın katılımıyla 1973 yılında gerçekleşti.
Daha sonra, 1981’de Yunanistan, 1986 yılında İspanya ve Portekiz, 1995’te ise Avusturya, İsveç ve Finlandiya AB'ye üye oldular.
1 Mayıs 2004 tarihinde yaşanan son genişleme ile AB'ye üye ülkelerin sayısı 25 oldu. 1 Mayıs 2004 tarihinde AB'ye üye olan ülkeler şunlardır: Kıbrıs, Malta, Çek Cumhuriyeti, Estonya, Letonya, Litvanya, Macaristan, Polonya, Slovenya, Slovakya.

 

Avrupa Birliği ile ülkemiz arasında 1 Ocak 1963 tarihli Ankara Anlaşması ile başlayan ortaklık ilişkisi, 14 Nisan 1987 tarihli tam üyelik başvurusu, 1 Ocak 1996 tarihi itibari ile Gümrük Birliği'ne geçiş ve son olarak 10-11 Aralık 1999 tarihli Helsinki Zirvesinde alınan karar gereğince Türkiye'nin aday üye olarak ilan edilmesi ile, önemli bir aşamaya girmiş bulunmaktadır.

Avrupa Birliği'nin sosyal politikalarının belirlendiği Temel Mevzuat ve Belgeler;

- 1951 yılında 6 ülke (Almanya, Belçika, Fransa, Hollanda, İtalya ve Lüksemburg) tarafından imzalanan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (AKÇT) Antlaşması,
- 1957 yılında imzalanan Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu Antlaşması,
- 1957 yılında imzalanan Avrupa Ekonomik Topluluğu,
- 1986 yılında imzalanan Avrupa Tek Senedi,
- 1989 yılında deklarasyon şeklinde imzalanan "İşçilerin Sosyal Temel Hakları Hakkında Topluluk Şartı"
- 1992 yılında imzalanan Avrupa Birliği Antlaşması (Maastricht), Eki Protokol ve Anlaşma
- 1997 yılında imzalanan Amsterdam Antlaşması,

olarak belirtilebilir.

Topluluğun hukuki temelini meydana getiren yukarıda belirtilenlerden ilk dört sıradaki Antlaşmalar ile Maastricht Antlaşması, AB'nin anayasası olarak da nitelendirilmekte ve birincil mevzuat olarak adlandırılmaktadır.

Avrupa Birliği (Maastricht) Antlaşması, Eki Protokol ve Anlaşma

1957 Roma Antlaşmasında önemli değişiklikler öngören Maastricht Antlaşması 7.2.1992 tarihinde imzalanmış ve 01.11.1993 tarihinde yürürlüğe girmiştir.

Maastrihct Antlaşması ile kademeli biçimde ekonomik ve parasal birliğe geçilmesi, Avrupa vatandaşlığı statüsünün belirlenmesi, güvenlik ve dış politika alanlarında ortak hareket edilmesi ve Topluluğa bazı alanlarda daha fazla yetki tanınması konularında yeni düzenlemeler öngörülmüştür.

Maastricht Antlaşması içeriği itibariyle sosyal konular yerine ortak dış politika, güvenlik politikası, iç politika ve hukuk politikaları konularında yoğun işbirliğini öngörmüş ve bu niteliğiyle ekonomik ve siyasi niteliği daha ağır basan bir antlaşma olmuştur. 

Amsterdam Antlaşması

1997 Yılında imzalanan Amsterdam Antlaşması, üye ülkelerde esnek iş piyasalarının geliştirilmesi, istihdam imkanlarının geliştirilmesi için eğitimin ve niteliğinin artırılması görevini yükleyen yeni bir bölüm içermektedir. Bu Antlaşma ile Komisyonun çalışma alanı "ayrımcılığın önüne geçilmesini'' de içerecek şekilde genişletilmiştir.

Söz konusu Antlaşma'da AB içinde istihdam olanaklarının artırılması, yeni işlerin oluşturulması ve işsizlikle mücadele konuları, bir kez daha ortak çalışma yapılacak alanlar olarak vurgulanmıştır.


1958, Suriye ile Mısır'ın birleşmesi

. 1960-1980 arası Orta Doğu gelişmelerinde, 1967 Arap-İsrail Savaşı bir dönüm noktası teşkil eder. Çünkü, bu savaşta İsrailin Araplar karşısında kazandığı kesin zaferler neticesinde, topraklarını savaştan öncekinin dört misli genişletmesi, Arap-İsrail meselesine çok büyük boyutlar kazandırmış ve neticelerini günümüze kadar getirmiştir.

1948 Arap-İsrail Savaşını Araplar tahrik etmiştir. 1956 Arap-İsrail Savaşı ise İngiltere, Fransa ve İsrailin Mısıra saldırıları dolayısıyla meydana gelmiştir. Ancak 1967 Arap-İsrail Savaşı ise, İsrail değil, Araplar istediği için çıkmıştır. Şu farkla ki, Savaşı çıkarmak isteyen Araplar, ilk saldırganlığı İsrailin yapmasını istemişler ve bu da olmuştur.

Ancak Araplar için, daha Savaşın ilk gününde bir hezimet oldu. Arapların 1967 Savaşının çıkmasını istemelerinde ve savaşı kışkırtmalarında üç önemli neden rol oynamış görünmektedir:

Başkan Nasırın gerek 1948, gerek 1956 Savaşının ve her iki savaştaki yenilginin intikamını almaya kararlı olması. Bu, Nasır için bir prestij meselesi idi. Eğer İsraili yenecek olursa, intikamını gerçekleştirmekle kalmayacak, aynı zamanda kazandığı prestijle bütün Orta Doğuda Mısıra büyük bir üstünlük sağlamış olacaktı ki, bunun siyasi neticeleri de çok geniş olabilirdi.

1956dan beri Sovyet Rusya, Mısır ve Suriyeyi o kadar silahlandırmıştı ki, İsrail ile yapılacak bir savaşın neticesinden sadece Mısır ve Suriye değil, Sovyetler dahi gayet emin görünüyorlardı. Bu sebeple, 1967 Arap-İsrail Savaşını Sovyetlerin de tahrik ettiklerini söylemek mümkündür.

Bu sırada Amerikanın Vietnam bataklığına saplanmış olması ve dolayısıyla İsrailin arkasında yer alamıyacağı düşüncesi.

Altı gün sürdüğü için Altı Gün Savaşı adını alan 1967 Arap-İsrail Savaşının başlangıç gelişmelerini, 1966 yılının son aylarında oluşmaya başlayan Suriye-İsrail gerginliği teşkil eder. Çoğunluğu Ürdünde bulunan ve diğer Arap ülkelerine de dağılmış bulunan Filistinlileri teşkilatlandırarak, bunları mücadeleye sevketmek için 1964 Mayısında, Ürdünün elinde bulunan Doğu Kudüste Birinci Filistin Kongresi toplandı ve burada Filistin Kurtuluş Örgütü kurularak bir de 33 Maddelik Filistin Milli Misakı kabul edildi.

Bu Misaka göre, İngiliz mandası altındaki Filistin toprakları, Filistinlilerin anavatanı ve 6ıncı maddeye göre de, "Siyonist istilasından önce", yani 1917 Balfour Deklarasyonunundan önce, Filistin topraklarında devamlı oturan Yahudiler de Filistinli sayılacaktı.

Bunun dışında, 1947 ye kadar Filistin topraklarında yaşayan "Arap vatandaşları" ile, bu tarihten sonra, ister Filistin topraklarında, ister bu toprakların dışında doğmuş olsun, Filistinli babadan olanlar Filistinli sayılacaktı.

9uncu madde, Filistin topraklarının kurtarılması için silahlı mücadeleyi öngörmekteydi. 15inci madde, "Büyük Arap Vatanı"ndan siyonist, emperyalist istilanın kovulmasından ve Filistindeki siyonist varlığının tasfiyesinden söz etmekteydi.

19uncu madde, Filistinin 1947deki taksimini ve İsrail Devletinin kurulmasını geçersiz sayıyordu. 21inci madde, Filistin topraklarının tamamen kurtuluşu yerine geçecek her türlü çözümü reddediyordu.

Kudüs Kongresinde, 9uncu maddenin öngördüğü silahlı mücadeleyi yürütmek üzere fedayin denen gerillalardan meydana gelen bir askeri teşkilat olan El-Fetih (Al-Fatah) teşkilatı kurulmaktaydı.

1966 Şubatında Suriyede iktidarda bulunan Baas Partisinin sol kanadı bir darbe yaparak, iktidarı ele geçirdi. Bu sol iktidar ile birlikte, Suriye-İsrail sınırında olayler çıkmaya başladığı gibi, bu yeni Baascılar, Başkan Nasırı İsraile karşı yumuşak davranmak ve Birleşmiş Milletlerin kanadının altına sığınmakla suçluyordu.

1966 Ekiminden itibaren de Suriye topraklarından hareket eden El-Fetih fedayini, İsrail topraklarına saldırılara başladılar. İsrail, bu saldırıları Güvenlik Konseyine şikayet ettiğinde, oradan Suriye aleyhine bir karar çıkarmak mümkün olmadı. Zira her kararı Sovyet Rusya veto etmekteydi. Bu ise Suriyeyi daha da tahrik etti.

Suriye Başbakanı Ekim ayında "Biz İsrailin güvenliğinin bekçisi değiliz" diyordu. Kasım ayında ise, Suriye ile Mısır (Birleşik Arap Cumhuriyeti) arasında bir savunma antlaşması imzalandı. Bu gelişmeler üzerine İsrail, fedayin saldırı ve akınlarına karşı, Kasım ayının ortalarından itibaren, "mislile mukabele" taktiğini tatbike başladı. Yani, yapılan en küçük bir saldırıya karşı, en ağır bir şekilde ve ağır silahlarla karşılık verilmeye başlandı. Bu suretle, bir yandan Suriye-İsrail, bir yandan da Ürdün-İsrail sınırlarında gerginlik her geçen gün biraz daha artmaya başladı.

Ocak-Nisan 1967 döneminde Suriye-İsrail sınırlarında küçük çatışmalardan, tank, topçu ve hava çatışmalarına kadar her türlü faaliyet ortaya çıktı. 7 Nisan 1967 günü Suriye ile İsrail arasındaki hava muharebesinde İsrail uçakları Şam üzerinde uçtuğu gibi, altı tane de Suriye uçağını düşürdüler.

7 Nisan olaysi, Suriye ve Araplar için haysiyet kırıcı olmuştu. Bilhassa düşürülen uçakların Sovyet yapısı olması, Sovyetler için de olaynin prestij kırıcı olmasına sebep oldu. Bundan dolayı Sovyetler, Suriyeyi daha silahlandırdıklarından başka, Suriye üzerindeki kontrollarını da arttırdılar. Öyle görünür ki, 7 Nisandan sonra meydana gelen en küçük bir olay, İsraile komşu Arap ülkelerinin İsrail ile münasebetlerinin gerginleşmesine, kendi çapından daha büyük katkıda bulunmuştur.

Mayıs ayından itibaren Suriyeden İsrail topraklarına fedayin akınları daha da yoğunlaşmaya başladı. İsrail Başbakanı Levi Eshkol, 11 Mayısta radyoda yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu: "İsrail hükümeti gayet iyi biliyor ki, teroristlerin merkezi Suriyedir. Fakat biz prensibimizi tesbit ettik: Saldırgana mukabil darbeyi vurmanın zamanını, yerini ve vasıtasını biz seçeceğiz"

Eshkolün bu sözlerinden sanıldı ki, İsrail Suriyeye karşı harekete geçmeye karar vermişti. Sonradan görüldü ki, İsrailin seçtiği hedef Mısırdır. Bu yanılgı dolayısıladır ki, Mısır Genelkurmay Başkanı 14 Mayısta Şama giderek görüşmelerde bulundu. Bundan sonra olaylar hızla akmaya başladı.

16 Mayısta Mısır Silahlı Kuvvetleri alarm durumuna geçirildi. Esasen 14 Mayıstan itibaren Mısır kuvvetleri, 1956dan beri Birleşmiş Milletler barış gücünün kontrolünde olan Sinaya girmeye başlamıştı. Yine 16 Mayısta Mısır, gerek Sina Yarımadasında ve Gazzede bulunan ve gerek Akabe Körfezinin Kızıldenize çıkış noktası olan Tiran Boğazındaki Şarm el-Şeyhdeki Birleşmiş Milletler askerlerinin buralardan çekilmesini istedi. B.M. askerleri, 19 Mayıstan itibaren buralardan çekilmeye başladı ve yerlerini Mısır askerleri aldı.

Bu olay, Arap-İsrail gerginliğinde önemli bir tırmanma teşkil etmekteydi. Mısır, bu hareketi ile iki cepheden İsraile karşı pozisyon alıyordu. Biri, Sinayı tamamen kontrolü altına almak suretiyle, İsraile karşı doğrudan hareket imkânını kazanması ve arada B.M. Kuvvetlerinin mevcut olmamasıydı. İkincisi ise, Şarm el-Şeyhe askerini sokmakla, İsrailin Kızıldenize çıkışı olan Tiran Boğazını kontrol altına alıyordu.

Nasır, bununla da yetinmedi ve 22 Mayısta Tiran Boğazını İsrail gemilerine ve 24 Mayısta da bütün deniz trafiğine kapadı. Bu sonuncu tedbir ile, İsraile başka ülke gemilerinin yardım getirmesini önlemiş olmaktaydı.

22 Mayıstan itibaren Tiran Boğazının ve arkasından Akaba Körfezinin kapatılması, Orta Doğudaki havayı birdenbire gerginleştirdi. Çünkü, İsrail Mısırın bu hareketini, kendisine yöneltilmiş bir saldırı olarak kabul etti. Bu sebeple, 23 Mayıstan itibaren Amerika ve Sovyetler harekete geçerek, bir savaşı önleme çabalarına giriştiler.

Vietnam Savaşının Kongrede uyandırdığı tepkiler dolayısıyla Başkan Johnson, İsrail meselesinde fazla ileri gitmekten korkuyor ve ellerini bağlı hissediyordu. Onun için, Sovyet Rusyanın da Orta Doğuda herhangi bir avantaj elde etmesini önlemek için, bu devletle beraber hareket etme kararı aldı. Bu, Sovyetlerin de işine geldi. Çünkü 7 Nisandaki hava muharebesinde Suriyenin İsrail karşısında hiç bir şey yapamaması, Sovyetlerin Araplara olan güvenini sarsmıştı.

Fakat Sovyetler, bir yandan da Arapların güvenini kaybetmek istemiyorlardı. Bu sebeple, bir yandan Amerika İsraili, öte yandan da Sovyetler Suriye ve Mısırı yatıştırmaya çalıştılar. İki büyük devletten gelen bu yatıştırma faaliyetinin hiç bir faydası olmadı. Hava yatışacağı yerde, daha da gerginleşti. Nasır, 26 Mayısta yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu: "Eğer savaş gelecek olursa, bu topyekün bir savaş ve hedefimiz de İsraili yoketmek olacaktır. Bu savaşı kazanacağımıza inanıyoruz ve şimdi İsrail ile savaş için hazırız. Bu sefer 1956daki gibi olmayacak. O zaman İsrail ile değil, İngiltere ve Fransa ile savaşmıştık".

Al Ahram Gazetesinin başyazarı Muhammed Heykel de, yine aynı gün, "Savaş kaçınılmazdır. Araplar ilk defa olarak iradelerini İsraile kabul ettirebileceklerdir" diyordu. Bu arada, Güvenlik Konseyi de 23 Mayıstan itibaren toplantılar yaparak ve bir takım kararlar alarak bir krizin patlamasını önlemeye çalıştı. Fakat bunlar da savaşı önlemeye yetmedi.

30 Mayısta Mısır (Birleşik Arap Cumhuriyeti) ile Ürdün arasında bir savunma antlaşması imzalandı. Bu antlaşmaya 4 Tamamı için linke tıklayın" href="http://ansiklopedi.bibilgi.com/Haziran">Haziranda Irak da katıldı. Mısır Başkanı Nasır, bu katılım dolayısıyla yaptığı konuşmada, "1956 ihanetinin intikamını almak için savaşın başlamasını şiddetle arzuluyoruz. Bu savaş bütün dünyaya Arapların da, İsrailin de ne olduğunu anlatacaktır" diyordu.

Krizin başlangıcında Sovyetler, İsrailin ilk önce Suriye cephesinden harekete geçeceğini tahmin etmiştir. Daha sonraları Başkan Nasır, İsrailin Sina cephesinde harekete geçeceğini, ancak cepheden saldırmayıp, Gazze koridorundan girmesini beklemiştir. Halbuki bunların hiç biri olmadı. Arapların istediği gibi ilk saldırıyı İsrail yaptı. Fakat Araplara ilk ve ağır bir darbe indirmek için 5 Haziran 1967 sabahı 7:30dan itibaren havalanan İsrail uçakları, Mısır, Suriye ve Ürdün havaalanlarını bombardıman etmeye başladılar.

Mısıra yapılan baskında, İsrail uçakları, Mısır radarlarına yakalanmamak için Akdeniz üzerinde çok alçaktan uçarak, Mısırın Batı sınırlarına ulaşmışlar ve saldırılarını batıdan yapmışlardır. Sina üzerinden değil. O kadar ki, İsrail uçakları Iraka da ulaşarak Habbaniye Havaalanını bile bombardıman ettiler.

5 Haziran günü akşam olduğu zaman, 16 Mısır havaalanı artık kullanılmaz hale gelmiş ve 280 Mısır uçağı, 52 Suriye uçağı, 20 Ürdün uçağı ve bir çok da Irak uçağı yerde tahrip edilmişti. Sonradan görülmüştür ki, tahrip edilen Arap uçaklarının sayısı o gün 400ü aşmış bulunuyordu.

Havaların kontrolu artık İsrailin elindeydi. Araplar, 5 Haziran günü 160 İsrail uçağını düşürdüklerini iddia etmiş iseler de, bu iddianın gerçekle hiç bir alakası olmadığı görülmüştür. Havalardaki üstünlük, İsrailin kara harekâtını da kolaylaştırmıştır. Bilhassa Sina Yarımadasındaki muharebelerde Mısırın zırhlı kuvvetleri, İsrail zırhlı kuvvetlerinden ziyade, havadan İsrail uçaklarından ağır darbeler yemiş ve perişan olmuşlardır. Bundan dolayı, İsrail kuvvetleri üç gün içinde bütün Sinayı ele geçirip, 7 Haziran akşamı Süveyş Kanalının sağ kıyısındaki, kuzeyde Kantaro, ortada İsmailiye ve güneyde de Port Tevfike ulaşmışlardır.

Bu durumda Mısırın yapabileceği bir şey kalmamıştı. 8 Haziranda İsrail ile ateşkesi kabul ederek, İsrail kuvvetlerinin Kanalın diğer yakasına geçmesini önlemiştir.

İsrail için 1967 Savaşının en çetin cephesi Ürdün cephesi ve Batı Şeria cephesi olmuştur. Ürdün kuvvetleri, gerçekten İsraili uğraştırmış ve ciddi kayıplar verdirmişlerdir. Fakat onlar da Mısırdan daha fazla dayanamadı. 7 Haziran günü Nablus muharebesini kaybedip, şehir, İsrail kuvvetlerinin eline geçince, İsrail bütün Batı Şeriayı işgal etmiş oluyordu. Bu sebeple 7 Haziran akşamı Ürdün de İsrail ile ateşkesi kabul etti.

8 Hazirandan itibaren Suriye cephesinde Golan Tepelerinde muharebeler şiddetlendi. Suriye, Golan Tepelerinden aşağıdaki İsrail yerleşim merkezlerini 1956dan beri 11 yıl süre ile bombalamıştı. Yani bu tepelerin, İsrailin Suriyeye karşı savunması bakımından stratejik bir önemi vardı. Suriyeliler de İsrail karşısında fazla dayanamadılar. İsrail kuvvetleri, Golan Tepelerini aldıktan sonra, Suriye topraklarında ilerlemeye başladılar. İsrail kuvvetlerinin ilerleme istikameti Şamdı.

İşte tam bu sırada, 10 Haziran günü Sovyetler, Amerikaya başvurarak, İsrail ilerlemesi durdurulmadığı takdirde, "askeri harekât" da dahil gerekli tedbirleri alacaklarını bildirdiler. Bu sırada İsrail kuvvetleri, Şama 40 mil mesafedeki Kuneitraya girmiş bulunuyordu. Dolayısısıyla İsrail, Kuneitrada durdu ve o gün saat 16:30da da İsrail ile Suriye arasında ateşkes başladı. Altı Gün Savaşı böylece sona ermiş oluyordu.

Savaşın sonu Araplar için tam bir hezimetti. Savaştan sonra bir Arap askeri gücü kalmamıştı. Mısır, Sinaya 80-100 bin kişilik bir kuvvet sürmesine rağmen bir şey yapamamıştı. Mısır, 600-800 tank kaybetmişti. 100den fazla kullanılabilir Sovyet yapısı tank İsrailin eline geçmişti. Yine Mısırın 400 topu ile 10.000 askeri aracı Sinada tahrip edilmişti. Tahrip edilen Arap uçaklarının sayısı 441 olarak tesbit edilmiştir ki, bunun içinde Sovyet yapısı 280 Mig ve 60 Ilyuşin uçağı da bulunmaktaydı. Başka bir deyimle, 1967 Arap yenilgisi, aynı zamanda Sovyet silahlarının da yenilgisi idi.

Arapların bu silah kaybı, Sovyetlerin bu ülkeleri tekrar silahlandırmak için daha sıkı kontrolü altına alması ve Orta Doğuda daha fazla söz sahibi olmak için de bir fırsat olmaktaydı.

1967 zaferi ile İsrail, topraklarını dört misli daha genişletmiştir. Gazze ve bütün Sina Yarımadası İsrailin eline geçtiği için İsrail, Süveyş Kanalına dayanmış ve güneyde de Şarm-el-Şeyhi alarak Tiran Boğazının kontrolüne sahip olmuştur. Yine Sinanın kuzeydoğusundaki Gazze Bölgesi de İsrailin eline geçmiştir.

İsrail, Ürdünden Şeria Nehrinin batısındaki bütün toprakları alarak, Şeria Nehri, Ürdün ile İsrail arasında sınır olmuştur. Keza, Ürdünün elindeki Doğu Kudüs de İsrailin eline geçmiştir ki, bu suretle 2000 yıldan beri ilk defa olarak Yahudiler Kudüse tekrar sahip oluyorlardı. Osmanlı Devletinin 400 yıl elinde tuttuğu kutsal Kudüsü, Araplar, 50 yıl ellerinde tutamamışlardı.

İsrail, Golan Tepeleri denen ve Kuneitraya kadar uzayan Suriye topraklarını da işgal etmişlerdi. İsrail, bu toprakları elde etmekle, kendisi için gerekli güvenlikli sınırlara sahip olmaktaydı. Fakat, İsrailin bu güvenliğine karşı da, Sovyetler bilhassa Mısır ve Suriye üzerindeki nüfuzunu daha da arttırarak, bir bakıma bu güvenliği belirli ölçüde zayıflatmış olmaktaydılar. Zira, 1967 Savaşından sonra Sovyetler, Arap ülkelerini yeniden silahlandırmaya başlayarak İsrail karşısında bir silah dengesi kurmaya çalıştıkları gibi, bundan da daha önemlimi, Akdenizdeki varlıklarını arttırdı.

Bu savaştan sonra Sovyet donanması hemen 50-60 parçaya çıkarıldığı gibi, Sovyetler, Suriyenin Lazkiye ve Mısırın da İskenderiye Limanında deniz üssü elde ettiler. Bu ise, bu iki ülkenin daha fazla Sovyet nüfuzu altına girmesi idi.

Sovyetlerin Araplar üzerindeki koruyuculuğu, daha savaşın son günlerinde başlamıştı. 10 Haziran günü Sovyetler Amerikaya başvurup ateşkesi sağlamamış olsalardı İsrail kuvvetlerinin Şama girmesi belki işten bile olmayacaktı. Sovyetlerin koruyuculuğu bu kadarla da kalmadı. Güvenlik Konseyinde Amerikanın vetosu ihtimali dolayısıyla, Genel Kuruldan Araplar lehine bir karar çıkarmak amacı ile, B.M. Genel Kurulunun 19 Haziranda olağanüstü toplantıya çağrılmasını sağladı. Ancak, Genel Kurulda 21 Temmuza kadar yapılan toplantılarda, Arap-İsrail barışı için ortaya atılan hiç bir formül, gerekli üçte iki çoğunluğu sağlayamadı. Bunun üzerine mesele Güvenlik Konseyine havale edildi.

Genel Kurul, 4 Temmuz2da, Pakistan tarafından teklif edilen ve Türkiye, İran, Gine, Mali ve Nijer tarafından desteklenen karar tasarısını kabul etti. 20 çekimsere karşı 88 oyla kabul edilen bu karar, İsraili, Kudüsün statüsünü değiştirebilecek her türlü tedbirden kaçınmaya davet ediyor ve bu gibi tedbirlerin hukuken geçersiz olacağını hatırlatıyordu. Güvenlik Konseyi ise İsraili destekleyen Amerikan ve Arapları destekleyen Sovyet görüşlerini uzlaştırmak için uzun süren görüşme ve tartışmalardan sonra, nihayet, 22 Kasım 1967de 242 sayılı kararı kabul etti.

Karar, İsrailin bu son savaşta işgal ettiği topraklardan çekilmesini öngörmekteydi. Kararın bundan sonraki kısmında da, bölgedeki her devletin egemenlik, toprak bütünlüğü ve siyasi bağımsızlığının tanınması ve buna saygı gösterilmesi isteniyor ve yine her devletin barış içinde, tehdit ve kuvvet kullanılmasından uzak olarak, güvenlikli ve tanınmış sınırları içinde yaşaması hakkı kabul edilmekteydi.

Kararın üçüncü maddesine göre de, bu kararın yukarıdaki prensipleri çerçevesinde barışcı ve taraflarca kabul edilmiş bir anlaşmanın gerçekleştirilmesi amacı ile, Genel Sekreteri, taraflar arasında temas sağlamak için bir özel temsilci tayin edecekti.

242 sayılı Güvenlik Konseyi kararının 3üncü maddesi gereğince, B.M. Genel Sekreteri, İsveçli diplomat Gunnar Jarringi taraflar arasında temas ve anlaşma sağlamakla görevli özel temsilci seçti. Ancak Jarringin temasları ve faaliyeti hiç bir netice vermedi. Fakat bu arada Amerika, barışı sağlama çabalarına aktif bir şekilde girdi. Çünkü, 1968 seçimlerinde başkanlığa gelen Richard Nixon, nasıl Vietnam meselesini bir an önce sona erdirmeye karar vermiş ise, Orta Doğuda da barışı gerçekleştirerek Amerikanın prestijini tamir etmeye kararlı idi. Çünkü, İsrailin 1967 Savaşındaki tartışmasız zaferi, Araplar tarafından, Amerikanın İsraile yardım ettiği propagandası ile, bir Amerikan aleyhtarlığına dönüştürülmüştü.

Nixon, bilhassa bu aleyhte propagandayı önlemek ve Amerikanın Orta Doğudaki itibarını tekrar tesis etmek istiyordu. Bu sebeple Nixonın Dışişleri Bakanı William Rogers, Araplarla İsraili bir barış çözümü etrafında birleştirmek için çeşitli planlar ortaya attı. Fakat Rogersın bu teşebbüslerinden hiç bir netice çıkmadı. Çünkü, Araplar bir barış için önce İsrailin işgal ettiği topraklardan çekilmesi gerektiğini söylüyordu.

Arapların 242 sayılı Güvenlik Konseyi kararını yorumlaması bu şekildeydi ve bu yorum, bugüne kadar devam etmiştir. Buna karşılık, İsrail ise, 242 sayılı kararın 3üncü maddesine dayanarak, önce bir müzakere masasına oturulmasını ve "güvenlikli ve tanınmış" sınırların tesbitini ve ondan sonra da, İsrailin, hangi topraklardan çekilecekse, oradan çekilmesi görüşünü savundu. İsrailin bu görüşü de bugüne kadar devam eden bir görüştür.


1961, Suriye'nin Birleşik Arap Cumhuriyeti'nden ayrılması

 

1962, Fransa'da halkoyu yoklamasının Cezayir'e bağımsızlıktan yana sonuç vermesi
1962, ABD Küba'daki füzelerin çekmesini istediğinde SSCB'nin üçüncü dünya savaşı korkusuylabu isteğe uyuşu
1964, Vietnam'da Amerikan askeri etkinliklerinin başlayışı
1966, De Gaulle Fransası'nın NATO'dan çekilerek mutlak egemenlik hakkını elinde tutmayı seçmesi.
1967, İsrail ile Arap devletleri arasında Ekim Savaşı
1969, ABD uzay gemilerinin ay'a inip dönmeyi başarmaları

1970, Sovyetler Birliği'nin ticaret ve yatırım olanakları yolunda Federal Almanya ile görüşmelere başlaması
 

1973, Ocak, İngiltere, İrlanda ve Danimarka'nın Avrupa Topluluğu'na tam üye olmaları
1973, İsrail ile Arap devletleri arasında Ramazan Savaşı; petrol ambargosu ve ardından petrol fiyatlarının yükselmesi.

1974:Kıbrıs Barış Harekatı
 
                                             

15 Temmuz 1974 Pazartesi

Kıbrıs'ta bir darbe yapıldığı haberi Ankara'da saat 10.30'a doğru duyuldu. Lefkoşe'deki Türk Büyükelçiliği'nden Dışişleri Bakanlığı'na gönderilen şifreli mesajda, "Bugün 08.30 sıralarında Makarios'a karşı bir darbe olduğu öğrenilmiştir. Başpiskopos'un sarayının etrafından ateş sesleri gelmektedir" deniyordu.


Haber, Başbakan Ecevit'e, Afyon'a gitmek için geldiği Etimesgut Askeri Havaalanı'nda ulaştırıldı. Ecevit, Afyon ziyaretini kısa kesmek kararından sonra bu ile doğru yola çıkarken, Bakanlar Kurulu'nun derhal toplanması talimatını verdi. Çin'in başkenti Pekin'de bulunan Dışişleri Bakanı Turan Güneş'e derhal Ankara'ya gelmesi talimatı verilmişti. Genelkurmay Başkanı Semih Sancar İstanbul'dan, Deniz Kuvvetleri Komutanı Kemal Kayacan Mersin'den Ankara'ya yola çıkmışlardı.

Türkiye'nin Kıbrıs'taki Sampson darbesine ilk tepkisi Başbakan Ecevit'ten geldi. Afyon'da bulunan Ecevit, saat 14.30'da yaptığı açıklamada şu ifadeleri kullanıyordu:

"Şu anda, Afyon'un şu meydanından ve Atatürk'ün anısı olan şu doğal anıtın eşiğinde (Ecevit'in arkasında Yunanlıların Kurtuluş Savaşı'nda yenilgisini gösteren büyük bir tunç anıt yükseliyordu) bütün dünya, yakın-uzak komşularımıza şunu söylüyorum: Kimse Kıbrıs'taki kargaşalığı fırsat bilerek, Türklerin haklarına dokunmaya kalkışmasın. Hiçbir oldu-bittiyi kabul etmeyiz. Türklerin haklarına el sürdürtmeyiz, sürdürtmeyeceğiz(1)."

Başbakan Ecevit Ankara'ya döndüğünde hazırlıkları hayli ilerlemiş buldu ve kendisinden önce başkente dönmüş olan Genelkurmay Başkanı Semih Sancar ile birlikte doğruca Genelkurmay'a gitti. Her şeyden önce komutanlarla bir durum değerlendirmesi yapmak ve ordunun bir an önce hazırlığa başlamasını istiyordu. Durum, askeri bir müdahaleyi gerektirecek kadar ciddiydi. Bu düşüncelerini komutanlara da söyledi. Son söz olarak, orduya güvenini belirtti ve her türlü olasılığı dikkate alarak ordunun gecikmeksizin harekete hazırlanmasını istedi(2).

Ecevit, Genelkurmay'dan ayrılıp Bakanlar Kurulu toplantısı için Başbakanlığa gittiğinde Kıbrıs'ın durumu daha da aydınlanmıştı. Nikos Sampson darbenin önde gelen adamı olarak Cumhurbaşkanı seçilmiş ve yemin ederek göreve başlamıştı. Lefkoşe Rum radyosunda yayınlanan mesajında Sampson, "Bu hareket, Kıbrıs'ın iç işidir ve sadece Makarios ve taraftarlarına karşı yöneltilmiştir. Türkler tamamen güvenlik içindedir" diyordu.

Gelişmeleri tüm dünyaya duyuran ve darbeyi yeren uluslar arası haber ajanslarının ortak kanaati, darbenin Yunanistan'dan yönetildiğiydi. Atina'da ise garip bir sessizlik vardı. Yunan radyo ve televizyonları birkaç saat susmuşlar, sonra Kıbrıs ile ilgili haberleri, hiçbir yorum yapmaksızın kuru kuruya vermekle yetinmişlerdi.

Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'ün de katıldığı Bakanlar Kurulu toplantısı, akşam saat 19.00'da böyle bir ortamda yapıldı. Hemen ardından da Genelkurmay Başkanı, kuvvet komutanları ve ilgili bakanların da katıldığı Milli Güvenlik Kurulu toplantısına geçildi.

Türkiye, iki başlı bir sorunla karşı karşıyaydı:

Birincisi, Kıbrıs'taki soydaşlarının durumuydu. 1959 Zürih ve Londra Antlaşmalarıyla Türk toplumuna sağlanan haklar, üç yıl gibi kısa bir zaman sonra 1963 ve 1964'te hukuken olmasa bile fiilen ortadan kalkmış, Türkler daracık ve birbirinden ayrı bölgelere sıkıştırılmışlardı. 1967 olayları Türkiye'yi iki kez savaşın eşiğine getirmişti. Türkler, 1967'den sonra kendi yönetimlerini kurmuş olsalar da, kendi yurtlarında yurtsuz gibiydiler. Sampson darbesiyle durumlarının daha da kötüleşeceği ortadaydı.

İkincisi, doğrudan doğruya Türkiye'nin güvenliğiyle ilgiliydi. Kıbrıs, Türkiye'nin güvenliği açısından stratejik bir konumdaydı. Türkiye'ye düşman bir ülkenin Kıbrıs'a yerleşmesi halinde Anadolu'nun doğusuna kadar tüm derinliği havadan ve Güney Anadolu ikmal yolları da denizden büyük bir tehdit altına girerdi. Yunanistan'a 900 km., Girit'e 700 km. uzaklıktaki Kıbrıs'ın Anamur'a uzaklığı sadece 74 km. idi.

Başbakan Ecevit, Garanti Antlaşması'nın verdiği müdahale hakkını kullanmadan önce, diğer garantör devlet olan İngiltere'nin yetkilileriyle görüşerek onlarla birlikte hareket etmeye uygun buluyordu. Böylece problem kansız bir şekilde çözülebilirdi. İngiltere kabul etmezse, Türkiye yalnız başına hareket edecekti. Bu görüşmeler sırasında Türk Silahlı Kuvvetleri gerekli hazırlığı yapacaklardı. Askerler, hazırlık için 5 günün yeteceğini bildirmişlerdi. Türkiye, 20 Temmuz sabahı, Kıbrıs'a çıkarma yapabilirdi.

MGK toplantısı gece yarısı bitmiş, hemen ardından da Bakanlar Kurulu toplantısı başlamıştı. Sabaha karşı saat 02.30'da konuşmalar bittiğinde, Başbakan Ecevit, Bakanlar Kurulu'ndan İngiltere ile görüşme ve hazırlıklar konusunda tam yetki almıştı. Ecevit, o gece konuşulanlar hakkında daha sonra şu açıklamayı yapmıştır:

"Milli Güvenlik ve Bakanlar Kurulu'nda hiç kimse harekata karşı olma gibi bir tavır takınmadı. Türkiye'nin Garantör Devlet olarak askeri gücünü Kıbrıs'ta bulundurması zorunlu idi. Artık ancak böyle bir askeri varlığın sağlayacağı güvenlik duygusu içinde Kıbrıs sorununa barışçı bir çözüm aranabilir, Ada'daki Türklerin durumu güvenceye bağlanabilir ve ENOSİS önlenebilirdi. Yunanistan'daki rejimin, Türkiye ile Yunanistan arasındaki hiçbir sorunu görüşmeler yoluyla çözmeye yanaşmayacağını görmüştük. Bu yönde bütün iyi niyetli yaklaşımlarımızı kaba bir şekilde geri çevirmişlerdi. O zihniyetteki bir rejim karşısında hakkımızı ancak güçle koruyabilirdik(3)."

Bakanlar Kurulu'nun ardından Genelkurmay'a giden Başbakan Ecevit, yazılı emrini orduya vermişti: "Türk askeri varlığı Ada'ya etkin ve ölçülü şekilde çıkacaktı.

16 Temmuz 1974 Salı


16 Temmuz 1974 tarihli gazeteler, Türkiye'deki ilgi ve heyecanı yansıtıyordu. Bütün gazetelerin manşetlerinde Kıbrıs'taki Sampson darbesi vardı.

Geceyi iki bakanlar kurulu bir de MGK toplantısıyla geçiren Başbakan Ecevit, 16 Temmuz sabahı parti liderleriyle bir toplantı yaptı. Toplantıya Süleyman Demirel, Fahri Özdilek, Ferruh Bozbeyli, Turan Feyzioğlu, Nihat Erim katılmıştı. Dışişlerine vekalet eden Hasan Esat Işık, parti başkanlarına durumu açıklamıştı, Başbakan Ecevit de, hükümetin diplomatik girişimlerin sonucuna göre bir karara varacağını ifade etmişti.

Birleşmiş Milletler, NATO, Avrupa Konseyi, Yunanistan, İngiltere ve Amerika Birleşik Devletlerine uyarı mesajları gönderilmiş, Yunanistan'a da "değiştirme birliği"ni zamanından önce yola çıkarmaması için uyarıda bulunulmuştu. Kıbrıs'taki 950 kişilik Yunan alayının yarısı üç gün sonra değiştirilecekti.

İngiltere Hükümeti'ne garantör devlet olarak acele görüşmek isteğini ileten Türkiye Hükümeti, tatildeki Meclis'in acele toplantıya çağrılması için Cumhurbaşkanı Korutürk'e başvurdu.

Dünyanın gözü Türkiye'ye çevrilmişti. Dışişleri Bakanlığı'na gelen büyükelçiler, Türkiye'yi soğukkanlı olmaya, herhangi bir silahlı hareketten uzak durmaya çağırıyorlardı. Ancak ne BM, ne ABD veya İngiltere, resmen Kıbrıs darbesini kınamış değillerdi. Başbakan Ecevit'in BM Genel Sekreteri Kurt Waldheim'ın bu konudaki çağrısına verdiği yanıt, Türkiye'nin dış dünyanın tepkisizliğine duyduğu kırıklığın ifadesini taşıyordu:

"Son gelişmeler Yunanistan'ın Kıbrıs antlaşmalarını ihlal ederek, mesajınızda sizin de korunmasını değindiğiniz, Kıbrıs'ın bağımsızlık ve toprak bütünlüğüne müdahalede bulunduğunu açıkça göstermektedir.
Ada'daki Türk toplumunun güvenliği ve hakları konusunda antlaşmalarda sorumluluk taşıyan Türk hükümetinin bu tehlikeli gelişmeler dolayısıyla duyduğu derin endişeyi ve bunlar karşısında duyarsız kalınmasına imkan bulunmadığını takdir buyuracağınızdan eminim. Keza sözü edilen bu gelişmelerin hiçbir ilişkisi bulunmayan Türkiye ile, bu gelişmelerde taraf olan, hatta onların yöneticisi olan bir üye devlet arasında hiçbir paralellik düşünülemeyeceğine göre, mesajınızda, Kıbrıs'la yakından ilgili hükümetlerin büyük dikkat göstermesi yolundaki çağrının bu konuda sorumlulukları olanları açık olanlara ait bulunduğundan şüphe etmiyorum."

Bu arada BM Güvenlik Konseyi New York'ta toplanmış, elde yeteri kadar bilgi bulunmadığı gerekçesiyle bir karar almadan dağılmıştı. NATO Daimi Temsilcileri de Brüksel'de toplantı halindeydiler. İki NATO üyesi devleti karşı karşıya getirebilecek bir durum, tüm temsilcileri tedirgin etmişti.

ABD'nin tutumu da hayli düşündürücüydü. Darbenin Kıbrıs'ın iç sorunu olduğunu" ileri süren Hükümet Sözcüsü Anderson, Dışişleri Bakanı Kissinger'in Türk Dışişleri Bakanlığı'na bir mesaj gönderdiğini ve mesajında "Ada'nın anayasa, düzen ve statükosunun değiştirilemeyeceğini, Kıbrıs'ın bağımsızlık ve egemenliğine saygı gösterilmesini istediğini, bunları bozacak her türlü harekete karşı olduğunu" belirttiğini kaydedediyordu.

O dönemde "Watergate" skandalı ile uğraşan ABD, çıkacak muhtemel bir Türk-Yunan savaşının NATO'yu derinden yaralayacağını düşünüyordu.

Sovyetler ise, kendilerine yakın duran Makarios'un bir darbe ile devrilmesinden hoşnut değillerdi. Sampson hareketinin ENOSİS'e yol açacağından ve dolayısıyla Kıbrıs'ın tümü ile NATO üyesi Yunanistan'ın eline geçeceğinden endişeleniyorlardı. O sabah Sovyet Ajansı TASS'da yayınlanan resmi bildiride şu ifadeler kullanılıyordu:

"Gerici güçlerin ve onların ardındaki akıl babalarının asıl amaçları, faşist unsurları kullanarak Ada'da iktidarı ele geçirmek ve Ada'yı bir NATO üssü haline sokmaktır."

Cumhurbaşkanı Korutürk tarafından kabul edilen Sovyet büyükelçisi Grubyakov da, görüşme sonrası yaptığı açıklamada şunları söylemişti:

"Sovyet halkları Kıbrıs'taki askeri isyanın karşısındadır. Bu isyan dış kuvvetler tarafından tertiplenmiştir. Sovyet halkları, Kıbrıs için zor olan bu devrede isyancılarla mücadele edenlerin yanındadır."

Darbe günü sessizliğe bürünen Yunanistan, ikinci gün konuyla ilgili düşüncelerini açıklamaya başlamıştı. Yayınlanan hükümet bildirisinde, darbenin tamamen Kıbrıs'ın iç sorunu olduğu vurgulanarak, "gaddar diktatör Makarios'un milliyetçi güçler tarafından düşürüldüğü" ifade ediliyordu.

Darbeci Sampson da Yunanistan ile aynı fikirdeydi. 16 Temmuz'da yaptığı basın açıklamasında şunları söylüyordu:

"Yunanistan'la birleşmek gibi bir fikir sahibi değiliz. Türklere karşı içten sevgi duyguları besliyoruz. Türkler güvenlik içindedir. Kıbrıs'taki gelişmeler yalnızca Kıbrıs'lı Rumları ilgilendirmektedir."

Darbeyi olduğu şekliyle kabullenmek niyetinde olduğu anlaşılan İngiliz hükümetinin görüşlerini açıklayan Dışişleri Bakanı James Callaghan, Avam Kamarası'nda yaptığı konuşmasında "Türk ve Yunan hükümetlerine çağrıda bulunulduğunu ve NATO müttefiki iki üyenin soğukkanlı davranmalarının istendiği"ni açıklıyordu.

Türk Genelkurmayında ise yoğun bir çalışma vardı. Kıbrıs'a yapılacak bir müdahale için 1964'ten beri hazırlanmış, ve sonraları geliştirilmiş planlar bir daha gözden geçiriliyor ve harekatın öngörülen 20 gün yerine beş gün gibi kısa bir hazırlık devresine sıkıştırılması için bazı zorunlu değişiklikler yapılıyordu.

Genelkurmay harita üzerinde plan çalışması yaparken, bir yandan da çıkarmada görev alacak birlikler alarma geçirilmişti. 16 Temmuz 1974 Salı sabahı Türk ordusunun yarısı, dışarıdan sezilemeyecek bir hazırlık içine girmişti. Orduyu bir "sefer havası" sarmıştı. Ancak, askerdeki "acaba" sorusunun cevabı henüz bulunamamıştı. Çünkü, benzer hazırlıklar 1964 ve 1967'de de yapılmış ve yarı yoldan dönülmüştü. O günlerde ordunun içinde bulunduğu durum hakkında, yüksek rütbeli bir komutan yıllar sonra şu ifadeleri kullanacaktı:

"Savaşta ne olacak bilinmez. Müdahale edilmeyecek, gösteri yapılacak denseydi, durumu açıkça bilmekten dolayı memnun olabilirdik. Aslında hazırlıkları yapmaya başladığımız gün, Genelkurmay dahil çok azımız bu defa gerçekten çıkacağımıza inanmıştık. Hala içimizde gösteri yapıp dönebileceğimiz hissi vardı. Dolayısıyla ikili bir çıkar var gibiydi. Büyük sorumluluk ve demir gibi sinir isteyen bir şey, karar vermek. Aynı durumdan Demirel de geçmişti ve nasıl ter döktüğünü biliriz. Kolay değildir; insan canıyla, bir ülkenin mukadderatıyla oynayabilecek kararı vermek için çok güçlü olması gerekir(."

16 Temmuz'da da Genelkurmay'a bir kez daha giden Ecevit, komutanlarla durum değerlendirmesi yapmıştı. Başbakan kesinlikle çıkarma yapılması taraftarıydı. Ordunun üst düzey yetkililerini bunu açıklıkla söylemek istiyordu. Ecevit, hükümete düşen politik işleri yürütecek, askerler de kendi işlerini göreceklerdi.

O komutan, o gün hakkında şunları anlatmaktadır:

"İlk defa Türk ordusu açık bir savaş emri alıyordu. Ecevit bir kere bile nasıl yapacağımızı, kaç kişi çıkaracağımızı, nereden çıkacağımızı sormadı. Masaya oturduğu ilk günden itibaren orduyu güvendiğini ve başaracağımıza emin olduğu hissini verdi. Planlara karışmadan sadece siyasi kararlarını bildirmekle yetindi."

Akşama doğru heyecan uyandıran bir haber duyuldu: Yunanistan cuntası, yurtta seferberlik ilan etmişti. Haber, gerili sinirleri büsbütün gerdi. İki ülke arasındaki savaş ihtimali gittikçe artıyordu.

17 Temmuz 1974 Çarşamba

Olayın üzerinden üç gün geçtiğinde, Kıbrıs'taki Sampson darbesine karşı yabancı basının tavrı netleşmişti. Darbeyi kınayan yabancı basın, bunun Yunanlı subaylar tarafından yapıldığını belirtiyordu. Örneğin ABD hükümet yetkilileri bu konuda susarken, New York Times gazetesi konuyla ilgili haberinde şu ifadeleri kullanıyordu:

"Temel gerçek, Kıbrıs Rum Milli Muhafız Ordusu'nun, Atina'dan emir alan 650 Yunan subayı tarafından kendi hükümetine karşı ayaklanmaya sevk edilmesidir. Kıbrıs'taki ayaklanma büyük bir insani trajedi ve siyasi hatadır. Bu hareket Adada Rum çoğunluk ve Türk azınlık arasında toplumlararası şiddet hareketlerinin yeniden başlamasına yol açabilir. Türkiye olaylara seyirci kalarak Yunanistan'ın Kıbrıs'ı ele geçirmesine izin vermeyeceğini söylüyor. Bu nedenle Türkiye ile Yunanistan arasında silahlı çatışma ihtimali mevcuttur. Amerika ise olaylara seyirci kalmaktadır."

Türk ordusundaki hareketlilik olanca hızıyla sürüyordu. Trakya'daki 2. ve 5. Kolordu birlikleri Yunan sınırına doğru hareket halindeydi. Batı Anadolu'daki Ege Ordusu sefer görev yerini almıştı. Kıbrıs'a karşı harekat yapacak birlikler ise Mersin, Taşucu ve dolaylarına yanaşıyordu. Tüm yollar hareket halindeki ordu birlikleriyle doluydu. Donanma Ege ve Akdeniz'e açılmıştı. Bazı sivil gemiler ordu emrine alınıyor, uzaktakiler çağrılıyordu.

Hükümet cephesinde de durum farklı değildi. Türk hükümetinin İngiltere'ye bir gün önce yaptığı görüşme isteğine olumlu cevap gelmişti. Ancak görüşmenin hangi tarihte yapılacağı belirtilmiyordu. Öğle saatlerinde Cumhurbaşkanlığı'ndaki toplantıdan çıkan Başbakan Ecevit, Londra'ya hareket etmeye karar verdi. Heyet derhal hazırlandı ve uçak 15.30'da havalandı.

Londra'daki akşam yemeğinde Başbakan Wilson ve Dışişleri Bakanı Callaghan heyeti ile Ecevit ve Dışişlerine vekalet eden Hasan Esat Işık'ın başlarında bulunduğu Türk heyeti durumu tartıştılar. Ecevit Adada bozulan dengeyi ve bir kez daha tehlikeye düşen Türk toplumunun güvenliğini belirttikten sonra, "Kan dökülmesini ve NATO'da tamir edilemeyecek bir yara açılmasını istemiyorsanız harekatı birlikte yürütelim. Türk ordusunun Kıbrıs'taki İngiliz üslerinden faydalanmasını kabul edin. Üslerinizden Adaya girersek kansız olur. Sizi Garanti Antlaşması uyarınca göreve çağırıyorum" diyerek Türk önerisini ortaya koydu

İngilizler silahlı bir müdahaleye karşıydılar. Hatta Wilson, Garanti Antlaşması'nın İngiltere'ye silahlı müdahale hakkı verdiği görüşünde bile değildi. Böyle bir hareketin işleri büsbütün karıştıracağı fikrindeydi. Barış yoluyla Kıbrıs'taki darbeci Yunanlı subayların geri alınması Yunan Hükümetine kabul ettirilebilir, Türk toplumuna daha fazla güvenceler verilebilirdi. İngilizler, tıpkı 1964 ve 1967'de olduğu gibi oyalama taktiği uyguluyorlardı.

Türk ve İngiliz heyetleri arasındaki görüşmeler gece yarısından sonra 01.30 sularına kadar sonuç alınamadan sürdü. Ecevit, karşı tarafın ısrarına rağmen kararını değiştirmemiş ve "Kıbrıs'ta dengenin korunması için her yolu denemekte kararlıyız. Türk toplumunun ve Türkiye'nin güvenliği mutlaka sağlanacaktır" ifadesini kullanmıştı. Ecevit, İngiltere Başbakanı Wilson'a son olarak şunları söylemişti:

"Önerilerimizi reddetmeniz ve Garantör Devlet olmanın size verdiği yükümlülükleri yerine getirmediğinizden doğacak sonuçlar yüzünden vicdan azabı çekmeyeceğinizi ümit ederim."

Ecevit'in bütün bu açık ifadelerine rağmen İngilizler, Türkiye'nin Kıbrıs'a askeri bir müdahalede bulunacağına ihtimal vermiyorlardı. Onlara göre Ecevit, savaşı göze almış görünerek mümkün olduğunca çok şey koparmaya çalışıyordu. İş işten geçtikten sonra bir İngiliz diplomatı, 17 Temmuz 1974 Çarşamba günü Londra'da gerçekleşen görüşmeler hakkında şu ifadeleri kullanacaktı:

"Ecevit kararlı görünüyordu, ancak tek maşına böyle bir harekete girişebileceğine doğrusu pek ihtimal vermiyordu. Blöf yaptığını sandık. Daha önceki krizleri hatırladığımızdan dolayı fazla önemsemedik ilk gece."

"Ecevit kararlı görünüyordu, ancak tek maşına böyle bir harekete girişebileceğine doğrusu pek ihtimal vermiyordu. Blöf yaptığını sandık. Daha önceki krizleri hatırladığımızdan dolayı fazla önemsemedik ilk gece(13)."

İngilizler gibi Amerikalılar da, Türkiye'nin tek başına Kıbrıs'a askeri bir çıkarma yapmasına ihtimal vermiyorlardı. Türk-İngiliz görüşmeleri sırasında Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Nixon'ın özel temsilcisinin Ecevit'le görüşmek üzere Washington'dan Londra'ya gelmekte olduğu duyuldu. Dışişleri Bakanı Kissinger, işinin yoğun olması yüzünden yardımcısını göndermekteydi. ABD de görüşmelere doğrudan katılmıştı.

18 Temmuz 1984 Perşembe

Ecevit, Londra'daki ikinci gününün sabahında ABD temsilcisi Josehp Sisko ile Türk Büyükelçiliği'nde görüştü. Bilinen Amerikan görüşünü tekrarlayan Sisko, Türkiye'nin bir Türk-Yunan savaşına ve Sovyetlerin işe karışmasına neden olabilecek bir Kıbrıs müdahalesinden uzak durmasını istiyordu.

Görüşmeden bir sonuç çıkmadı. Sisko, İngiliz yetkililerle konuşup tekrar Ecevit'e geldiğinde, Türkleri kararlarından döndüremeyeceğini anlamıştı. Ancak Atina'ya gidip Yunan hükümeti ile görüşerek Türk isteklerini onlara kabul ettirebilmek için 48 saat süre istemişti. 48 değil, 24 saat süre tanıyan Ecevit, ABD temsilcisi Sisko'ya Türk isteklerini yazdırdı:

"Bozulan dengenin kurulması ve Türk toplumunun güvenliği için Türk askerinin Adada mevcudiyeti kabul edilmeli.

Sampson derhal değiştirilmeli, Yunan subayları çekilmeli.

Türk toplumuna denize çıkışı olan bir bölge tanınmalı ve Adaya giriş çıkışı kontrol altına alacak bir sistem kurulmalı. Yani, Yunanlıların ellerinde tuttukları imkanlar Türkiye'ye de tanınmalıdır(13)."

ABD'nin, on yıl önce yaptığı gibi Türkiye'yi tehdit etmiyordu; ne "Johnson Mektubu" benzeri bir mektup Ankara'ya gönderiliyor, ne de 6. Filo işe karışıyordu. Amerikalılar, Türkiye ile ilişkilerinin artık bir daha düzelmeyecek şekilde bozulmasından endişe ediyorlardı.

Londra görüşmeleri, gerek İngilizleri ve gerekse Amerikalıları telaşlandırmıştı. Eğer Yunanlılar Türklerin koşullarını kabul etmezlerse iş bir silahlı çatışmaya dayanacaktı. Yunanlılar, NATO'nun ve İngiliz hükümetinin baskılarına rağmen Kıbrıs'taki subaylarını çekeceklerine dair bir güvence vermekten bile kaçınıyorlardı. Buna rağmen, Ecevit'in Sisko'ya yazdırdığı Türk isteklerini kabul etmeleri imkansız görünüyordu. Sisko, yine de bir orta yol bulmak ümidiyle Atina'ya hareket etti.

Aynı saatlerde Brüksel'de NATO Daimi Delegeleri Yunan delegesini sıkıştırıyordu; saat 15.30'da ise New York'ta BM Genel Kurulu'nda konuşan Makarios, Yunanistan'ı suçluyordu.

Makarios'un BM'ye ve dolayısıyla dünyaya anlattıkları, düşündürücü ve Türkiye'nin tutumunun ne denli haklı olduğunu belirten ilginç bilgileri içeriyordu. Makarios, şunları söylüyordu:

"Darbe, açıkça dışarıdan bir işgaldir. Kıbrıs Cumhuriyeti'nin bağımsızlığının ve egemenliğinin açıkça ihlal edilmesidir. Çünkü bu, Rum Milli Muhafız Ordusu'na komuta eden Yunan subaylarının işidir. Yunan Cuntası yüzü kızarmadan olayı basitleştirmeye çalışıyor, silahlı saldırıya karışmadıkları ve son birkaç gündeki gelişmelerin Kıbrıslı Rumlar arasındaki bir iç buhran olduğunu söylüyor.

Milli Muhafız Ordusu'ndaki Yunanlı subaylar darbeye katılmadılarsa, o zaman bu subayların çıkan çatışmada ölenler arasında bulunmaları ve Yunanistan'a gönderilip orada gömülmeleri nasıl açıklanabilir? Darbeyi Yunan subayları yapmamışlarsa, o zaman Yunan yolcu uçaklarının geceleri Kıbrıs'a sivil elbiseler içerisinde personel getirmeleri ve tekrar Yunanistan'a ölü ve yaralı taşımaları nasıl açıklanabilir? Hiç şüphe yok ki, darbe Yunan Cuntası tarafından planlanmış, Milli Muhafız Ordusu'nu yöneten Yunanlı subaylar ve Kıbrıs'ta yerleşik Yunan Alayı tarafından gerçekleştirilmiştir.

Denebilir ki, Milli Muhafız Ordusu'nda görev almaları için Yunan subaylarını davet eden Kıbrıs Hükümeti idi. Üzülerek belirtmek isterim ki, onlara bu kadar güvenmekle hata ettim. Bu güveni kötüye kullandılar ve Adanın bağımsızlığının, egemenliğinin ve toprak bütünlüğünün savunulmasına yardımcı olacaklarına kendileri mütecaviz duruma geldiler.

Daha önce de belirttiğim gibi Kıbrıs'taki olaylar, Kıbrıs Rumlarının bir iç meselesini teşkil etmemektedir. Yunan Cuntası'nın düzenlediği darbe bir istiladır ve sonuçlarından tüm Kıbrıs halkı, Türkler ve Rumlar acı çekmektedir(14)."

Bu arada Yunanlıların Adaya hava ve denizden yeni asker ve silah çıkardıkları yönündeki haberler de Londra'daki Türk heyetinde tedirginlik yaratıyordu. Kıbrıs'tan gelen haberlere göre; darbeciler, resmi dairelerden Kıbrıs Cumhuriyeti bayraklarını indirerek yerine Yunan bayraklarını asıyorlardı. Her geçen saat Sampson Hükümeti'nin durumunu sağlamlaştırması anlamına geliyordu. Londra'daki Türk heyeti, zamanla yarış halindeydi.

Ecevit, Sisko ile görüşmesinden sonra Londra Türk Büyükelçiliği'nde yüzden fazla yabancı gazetecinin katıldığı bir basın toplantısı yaparak, Türk görüşünü anlattı. Bir gazetecinin "Sayın Başbakan, kuvvetleriniz niçin Güney'de yığınak yapıyor? Kıbrıs'a müdahale edecek misiniz?" sorusuna Ecevit, şu cevabı veriyordu:

"Şu safhada, soruna barışçı bir çözüm ararken, diğer alternatifler üzerinde konuşmak istemem. Kıbrıs'ta olup bitenler kaba kuvvete dayanmıştır. Bunu asla gözden uzak tutamayız. Ve Kıbrıs'taki olayların sorumlusu olanlar, bu kuvveti her saat takviye etmektedirler. Kıbrıs'ta bir sorumluğumuz var, her şeyden önce insani bir sorumluluk. Bu sorumluluğumuz, hava veya denize ulaşım yolları kapatılmış ve rehin vaziyette bulunan Türk toplumuna karşıdır.Bütün limanlar Rumların kontrolü altında. Lefkoşe Havaalanı'nı birkaç gün önce kapadılar. Fakat aynı havaalanı, Yunanistan'dan gelen yüzlerce uçak dolusu insana açık tutuldu. Buna rağmen Türk toplumu bu olanaktan yoksun. Bu bakımdan her ihtimale karşı hazırlıklı olmalıyız. Fakat esas olarak soruna barışçı bir çözüm yolu arıyoruz(15)."

Ecevit ve Türk heyeti, 18 Temmuz 1974 akşamı saat 20.30'da Londra'dan Ankara'ya hareket etti. İngiltere ve ABD'nin konuya Türkiye gibi yaklaşmadığı ortadaydı. Her şey beklenen şekilde gelişiyordu. Bu nedenle Ecevit, 17 Temmuz gecesi Ankara'ya gönderdiği talimatta, 18 Temmuz'da yapılması gereken TBMM olağanüstü toplantısının Cumartesi gününe ertelenmesini, hazırlıklara gevşetilmeden devam edilmesini istemişti.

Meclis'in Cumartesi günü toplanması, Türkiye'nin hareketlerini büyük bir dikkatle gözleyen yabancı dünyaya karşı, -hükümetin Meclis'ten yetki almak zorunda olması nedeniyle- o tarihten önce Türkiye'nin Kıbrıs'a bir çıkarma yapamayacağı fikrini vermek içindi. Bu politika o kadar etkili olmuştu ki, o günlerde Londra'ya gitmiş bulunan bir Türk diplomatı bile şunları söyleyebiliyordu:

"Londra'da Ecevit'in İngilizlere ve Sisko'ya karşı kararlı tutumu bizi epeyi şüphelendirdi. Yani o gezi sırasında Başbakanın kafasında bir şeyler yattığını sezdik. Daima müdahaleden bahsediyordu. Ancak biz eski örnekleri bildiğimizden doğrusu inanmıyordu. Hazırlıkların fiilen gösteride kalacağını sanıyorduk. Aslında Başbakan herkese açıkça söylüyordu, ancak kimseyi inandıramıyordu ki... Birkaç hükümet üyesiyle Genelkurmay inanmıştı, Başbakanın kararlılığına. Onların dahi son dakikaya kadar şüpheleri devam etti(15)."

Anadolu insanı ise tam bir savaş atmosferine girmişti. İç Anadolu ve Doğu Anadolu'daki bir kısım birlikler Güney Anadolu'ya kaydırılırken, yolları dolduran halk, asker konvoylarını coşku ile karşılıyor, elinde ne varsa vermek için birbiriyle yarışıyordu. Kimi gençler de askerlik şubelerine başvurarak gönüllü yazılmak istiyordu.
Türkiye'yi bundan öncekilere benzemeyen bir savaş havası sarmıştı. Sokaktaki vatanda, bu sefer işin ciddi olduğunu sezmiş gibiydi. Mersin ile Taşucu arası asker kaynıyordu. Liman ve iskeleler askeri çıkarma araçları, savaş gemileri, şilep ve yolcu gemileriyle dolmuştu. Limanlara uçaksavarlar mevzilenmiş, bölgede Sıkıyönetim ilan edilmiş, askeri yasak bölgeler sıkı bir koruma altına alınmıştı. Bölgede turistler boşaltılıyor, karartma uygulanıyordu ve asker intikalleri azalmaksızın devam ediyordu. Gaziantep-Mersin, Ankara-Adana, Konya-Silifke yolları askeri araçla doluydu.

Ege Ordusu daha çok kıyılarda toplanıyor, Trakya'daki Birinci Ordu ise Yunan sınırı üzerindeki yerini alıyordu. Türk ordusu Güney'de Kıbrıs'a karşı hazırlanırken, Batı'da da olası bir Yunan savaşına karşı önlemler alıyordu.

Yunanistan da boş durmuyordu. Orada da askeri hazırlıklar dikkati çekecek kadar artmıştı. Kıbrıs'ta ise Rum Milli Muhafız Ordusu'nun ne yaptığı pek belli değildi. Sampson yönetimi bir taraftan Makarios'çuların kalıntılarını temizlerken, diğer yandan yedekleri silah altına alıyordu. Türk askeri hazırlığı, gözle görülür bir telaş ve heyecan yaratmıştı.

Kıbrıs Türk toplumu ise soğukkanlı bir bekleyiş içindeydi. Sampson darbesinin duyulmasıyla birlikte, 15 Temmuz'dan itibaren Adadaki tüm Türk Mukavemet teşkilatı (TMT) alarma geçirilmiş, Bayrak Radyosu'nda bir konuşma yapan Denktaş, Türklere evlerinden çıkmamalarını ve Rumlarla temas etmemelerini, olaylara karışmamalarını bildirmişti. Türk toplum liderleri bir Türk askeri harekatını bekler durumdaydılar, hazırlıklarını ona göre yapıyorlardı.

19 Temmuz 1974 Cuma

Ecevit ve Türk heyetini taşıyan Türk uçağı Ankara Esenboğa Havaalanı'na indiğinde yeni bir gün başlamıştı. Saatler, gece yarısından sonra 02.00'yi gösteriyordu. Başbakanı karşılayanlar arasında Dışişleri Bakanı Turan Güneş de vardı; Pekin'den ancak dün dönebilmişti.

Ecevit, havaalanından doğruca Genelkurmay Başkanlığı'na gitti. Genelkurmay Başkanı Semih Sancar, Deniz Kuvvetleri Komutanı Kemal Kayacan, Hava Kuvvetleri Komutanı Emin Alpkaya onu bekliyorlardı. Kara Kuvvetleri Komutanı Eşref Akıncı ise Adana'ya harekata katılacak birliklerin yanına gitmişti.

Hazırlıklar gözden geçirildi. Ordu, daha önce de kararlaştırıldığı gibi 20 Temmuz 1974 Cumartesi sabahı harekete hazırdı. Başbakan komutanlara durumu açıkladı. İngiliz Başkanı Wilson ve ABD Temsilcisi Siso ile yaptığı görüşmelerden çıkan sonucu özetledi. İngilizlerin Garantör Devlet olarak Kıbrıs'taki üstlerinden Türkiye'nin yararlanmasını ve Türkiye ile birlikte harekete kabul etmediğini söyledi. Harekat, 20 Temmuz'da yapılacaktı.

Başbakan Ecevit'in Genelkurmay'dan bir de isteği vardı:

"Ben buna bir barış harekatı diyorum. Günahsız insanların ölmelerine karşıyım. Zaten kendi aralarında savaşıyorlar, üstelik turist sezonu. Çıkacağınız bölgede de çok sayıda turist var. Gereksiz ve ağır bombardıman yapılmasın. Karşıdan ateş edilmedikçe ateş etmeyelim(16)."

Toplantı sona ermeden önce Deniz Kuvvetleri Komutanı Kemal Kayacan, Başbakan'a, kesin karar için çok az vakitlerinin kaldığını söyledi:

"Sayın Başbakan, benim çıkartma teknelerim saatte 6 mil yaparlar. Plana göre hareket edebilmek için benim hareket emrini bu sabah 08.30'da vermem gerekir. Planlara göre Adaya saatinde kapak atmak için 20 saate ihtiyacım var(17)."

Hükümet kararını henüz almış değildi. Bakanlar Kurulu Başbakanlık'ta toplanmış, Genelkurmay'dan dönece Ecevit'i bekliyordu. Başbakan, Genelkurmay Başkanı Sancar'a "Bakanlar Kurulu kararını alır almaz hemen bildireceğim" diyerek Başbakanlık'a hareket etti. Saat 04.00'e gelmişti. Bakanlar Kurulu Toplantısı fazla uzun sürmedi. Başbakan Londra'daki görüşmeleri anlattı, İngiltere ve ABD'nin tutumlarını açıkladı, Genelkurmay'daki toplantı hakkında bilgi verdi ve sonunda kendi düşüncesini kesin bir şekilde ortaya koydu:

"Kıbrıs Türk toplumunun kaybolan güvenliğini sağlamak ve Türkiye'nin haklarını korumak maksadıyla Adaya askeri bir müdahalede bulunmaktan başka çare kalmamıştır. Bu, bir Türk-Yunan savaşını gerektirse de, göze alınacaktır(1."

19 Temmuz 1974 Cuma günü sabahın ilk saatlerinde Ankara'da karar verilmişti. Az sonra Genelkurmay'dan şifreli emirler ilgili komutanlıklara ulaştırıldı. Mersin ve Taşucu'nda yığılmış birliklerde ve donanmada faaliyetler daha bir canlandı. Aynı saatlerde Adana'da bulunan Kara Kuvvetleri Komutanı Eşref Akıncı'ya da haber ulaştı. Akıncı o saatte 2. Ordu Komutanı Nurettin Ersin ve harekata katılacak diğer komutanlarla birlikteydi.
Ve Ayşe şafak vakti tatile çıkar
Türk savaş gemileri, saat 08.30'da Mersin açıklarından demir alarak denize açıldılar. Ama çıkarma gemilerinin yüklemesi henüz bitirilmemişti. Az sonra donanma onları almak için tekrar limana döndü. İşin iç yüzünü bilmeyenler bundan bir şey anlayamamıştı. Üç saat sonra bu sefer asker, silah, cephane yüklü çıkarma gemileri ve donanma birlikte tekrar denize açıldılar. Bunun bir çıkarma için kesin hareket olduğu yine pek az insan tarafından biliniyordu. Çünkü limanda kaç gündür öyle bir faaliyet vardı ki, dışarıdan seyredenlerin neyin olduğunu anlamaları mümkün değildi. Limana sürekli gemiler geliyor, gidiyordu.

Bu arada, Atina'da bulunan ABD Temsilcisi Sisko, bugün Ankara'ya dönecekti. BM ve NATO arabulma çabalarını sürdürmekteydiler. Türkiye'deki hava, harekatın başladığını gösteren belirtilerden çok uzaktı.

Yunanistan'da ise tam bir panik havası vardı. Ecevit'in Londra'ya gitmesi, Sisko'nun önce Ecevit'le görüşmek üzere Londra'ya, ardından da Atina'ya koşup gelmesi, Yunanlıların kafasını büsbütün karıştırmıştı. Dünya basını Yunanistan aleyhindeydi. ABD Temsilcisi Sisko, bu telaş içinde Atina'ya inmiş ve girişimlere başlamıştı.

Yunanistan'da bir hükümet vardı, ama bir de perde arkasında duran ve dizginleri elinde tutan Askeri Cunta bulunuyordu. Polis Şefi General Yuannides, perde gerisindeki Cunta'nın şefi durumundaydı. Sisko, General Yuannides tarafından kabul edildi. Yuannides, Sisko'nun tüm gayretlerine rağmen katı tutumunu değiştirmiyor ve hiç gerilemiyordu. Onun düşüncesine göre Makarios bir solcuydu ve Kıbrıs Rum Komünist Partis AKEL'in desteğine güvenerek Sovyetlerin dümen suyunda yürüyordu. Doğalısıyla onun devrilmesi hem ABD, hem de NATO için iyi olmuştu.

Sisko, bu arada Ecevit'e Kissinger'in bir de mesajını iletti. Kissinger mesajında şöyle diyordu:

"Sizi çok seviyorum ve sempatim var. Ulusunuzun da sizi çok sevdiğini biliyorum ve geleceğin parlak bir devlet adamı olacağınıza inancım tamdır. Ancak Kıbrıs'a yapılacak bir askeri müdahale tehlikeli gelişmelere yol açabilir, hatta Nikos Sampson'u komünistlerin kucağına atabilir. Onun için bu işten vazgeçmenizi rica ediyorum(25)."

Ecevit ile Sisko arasındaki görüşme anlaşmazlıkla sona erdi. Konuşmalara sabaha karşı 03.00'de ara verildi. Sisko Washington'la görüşmek üzere tekrar Büyükelçiliğe döndü. Yarım saat sonra görüşmeler yeniden başladığında Sisko son çareyi ileri sürdü:

"Mister Ecevit, bana 48 saat verin, size bir Amerikan formülü getireyim(26)."

Amerika arabuluculuk yapacaktı. Bu, önemli bir öneriydi. Ancak Ecevit'in yanıtı olumsuzdu:

"Hayır Mister Sisko... Artık çok geç(27)!"

Ecevit konuşmasını söyle sürdürdü:

"On yıl önce bugünlerde iki devlet arasında gene böyle toplantılar oluyordu Ankara'da., O zaman siz de biz de bazı hatalar yaptık. Tarih tekerrür edebilir, ama bu, hataların da tekrar edilemis gerekitği anlamına gelmez. Siz on yıl önceki hatanızı tekrar edebilirsiniz, fakat biz tekrarlamayacağız. Sizin hatanız bize engel olmaktı, bizimhatamız da size uymaktı. Soncu gördünüz: Türk-Amerikan ilişkileri on yıl boyunca zedelenmiş olarak kaldı ve Türk-Yunani lişkileri büsbütün bozuldu ve Kıbrıs'ta iş ne noktaya geldi görüyorsunuz. Demek ki o davranış bir hataydı. Biz tekrarlamayacağız bu hatayı, siz isterseniz tekrarlamaya uğraşın(2."

Sisko ile birlikte görüşmelere katılan Amerikan Büyükelçisi Macomber, "İnanamıyorum Mister Ecevit. Sizin gibi insancıl ve şair ruhlu bir insan böyle bir harekete nasıl kalkışır(29)?" diyordu. Ecevit'in büyükelçiye yanıtı bir başka gerçeği yansıtıyordu:

"Bu benim insancıl tarafımla hiç çelişmiyor. Zira biz şimdi harekete geçmezsek, ileride çok daha büyük savaşlar çıkabilecek ve çok daha fazla kan dökülecektir(30)."

Ecevit ile Sisko arasındaki diyalog şöyle devam etti(31):

"Ecevit bir daha saatine bakınca Sisko dayanamadı:

- Yani ben burada boşuna mı konuşuyorum?

- Evet.

- Yoksa harekat başladı mı?

- Başlamak üzere, uçaklar neredeyse hareket edecekler.

Sisko durumun tatsızlığını o zaman anladı:

- Aman öyleyse ben hemen uçağıma yetişeyim.

- İyi olur, zira alanlar kapanacak. Sizi böyle aceleyle göndermek istemezdik, ancak harekatın başlangıcında bulunmamanız daha faydalı..."

Türk çıkarma birliği Girne kıyılarına ulaşmak üzereydi. Başbakan Ecevit, Başbakanlığın diğer salonunda bekleyen Bakanlar Kurulu'na son durumu bildirip Genelkurmay'a gitti. Aynı saatlerde Sisko'nun uçağı da Atina'ya doğru havalanmıştı.

Genelkurmay'da da heyecanlı bir bekleyiş vardı. Komutanlar savaşın ağır sorumluluğunun yükünü taşıyorlardı. 1950'lerdeki Kore Savaşı sayılmazsa, 1920'lerde Kurtuluş Savaşı'ndan sonra 50 yıldır savaş görmemiş ordu, ilk kez savaşa giriyordu. Hem de "deniz aşırı" gibi savaşların en zoruna...

Genelkurmay'da bunlar olurken, Dışişleri Bakanlığı telsizleri de dünyanın belli başlı başkentlerindeki Türk Büyükelçiliklerine şu şifreli mesajları gönderiyorlardı:

"Kıbrıs'taki darbe sonucunda anayasal düzen yakılmıştır. Türkiye, Garanti Antlaşması'nın danışma mekanizmasını işletmiş, ancak bir sonuç alamadığından dolayı bu sabah şafakla birlikte Kıbrıs'a tek taraflı bir şekilde müdahale etmek kararına varmıştır.


1975, Yumuşamanın göstergesi olan Helsinki Anlaşması
1978, Çin Halk Cumhuriyeti'nde Deng Şaoping'in önderliğinde ekonomik reformların başlaması.
1979, Mısır ile İsrail arasında Camp David Andlaşması'nın imzalanması
1979, İran'da Ayetullah Humeyni önderliğindeki İslamcıların bir devrimle yönetimi ele geçirmesi
1979, Sovyetler Birliği'nin Afganistan'ı işgal etmesi
1980-1988:İRAN -IRAK SAVAŞI

İRAN-IRAK SAVAŞI:

1980-1988) yılları arasında Irak ve İran arasında yapılmış olan savaştır. Yaklaşık bir milyon kişinin ölümüne, 150 milyar Amerikan Doları maddi hasara, her iki ülkede de ağır yıkımlara yol açmıştır. Irak'ın zaferleri ile başlayan savaş, İran'ın direnmesiyle yıpratma savaşına dönüşmüş ve batılı ülkelerin çıkarlarına uygun şekilde galibi olmadan sonuçlanmıştır.


Savaş öncesinde Irak-İran ilişkileri


Soğuk Savaş boyunca Irak-İran ilişkileri iyi olmadı. 1969 Nisan ayında, Amerika Birleşik Devletleri’nin de desteğini alan İran Şahı, önemli bir su yolu olan ve 1937 yılı Irak-İran sınır antlaşması ile Irak’a bırakılan Şatt-ül-Arap’ı geri almak istedi. Bu amaçla, güç gösterisi olarak gemilerini bölgeye gönderdi. 1970 yılında kesilen diplomatik ilişkiler, 1973 yılında tekrar kuruldu ve 1975’te bir antlaşma imzalandı. Buna göre iki ülke arasındaki sınır, su yolunun en derin noktasından geçecekti. Ayrıca İran, Irak’taki Kürtleri merkezî hükümete karşı desteklemeyeceğini taahhüt ediyordu. Fakat 1971 yılındaki silahlı çatışmalar sırasında İran’ın ele geçirdiği Körfez adalarından çekilmemesi, iki ülke arasındaki ilişkinin gelişmesine engel oldu.

İran’da Humeyni iktidarı



Adalar sorunu yüzünden zaten gergin olan Irak-İran ilişkileri, İran’da Şiiliğin savunucusu olan Humeyni iktidarının başa gelmesi ile iyice bozulmaya başladı. Bağdat’taki Saddam Hüseyin hükümeti, İran’daki Şii hükümetin, Irak’taki Şii çoğunluğu Sünni iktidara karşı kışkırtmasından endişe ediyordu. Bu arada Irak, İran’daki Arap bölgesi Huzistan’a özerklik verilmesi fikrini savunmaya başlamıştı.

Savaşın başlaması ve ilk aşamalar



1980 yılının ortalarında, ordudaki yüksek rütbeli subayların tasfiye edilmesi ve rehineler olayıyla ABD’nin düşmanlığını çekmesi dolayısıyla, İran'ın güçsüz durumda olduğu izlenimi uyanmıştı. İran’ın iki ülke arasında anlaşmazlık konusu olan bölgeden askerlerini çekmeyi reddetmesi üzerine 22 Eylül1980’de Irak ordusu sınırı geçti. Irak 16 Eylül’de, Şatt-ül-Arap antlaşmasını feshettiğini açıklamıştı.

Savaşın ilk günleri, baskın avantajını koruyan Irak’ın üstünlüğü ile geçti. Fakat, zamanla İran’ın direnişinin artması ile savaş karşılıklı yıpratma sürecine girdi.



Savaşa İran’ın ilk tepkisi, sadece ilerleyen Irak birliklerini değil, aynı zamanda Irak’ın Basra limanını da bombalamak oldu. Aynı günlerde Tahran ve Bağdat karşılıklı bombalandı. Eylül ayının sonunda Irak ordusu Abadan ve Hürremşehr kentlerini abluka altına almıştı, ama kış gelmeden bitirmek istediği savaşta istediği sonuca gidemiyordu. 1980 kışı boyunca yapılan barış girişimleri başarısız oldu ve 1981 Nisan ayından itibaren savaş yeniden alevlendi.

Tarih, yıpratma savaşlarında ekonomik gücünü ve insan kaynağını en uzun süre kullanabilen tarafın avantajlı olduğunu göstermiştir. İran bu uzun savaşta kendisini, stratejisini hızlı bir zafer üzerine kuran Irak’a göre daha rahat hissediyordu. Bunu bilen Irak, İran’ın ekonomik gücünü zayıflatma amacıyla saldırıya başladı.

İki ülkenin de ekonomik gücü büyük ölçüde, en büyük ihraç ürünleri olan petrole dayanıyordu. Irak, boru hatlarından petrol ihraç edebilirken İran, ihracatını büyük ölçüde Basra Körfezi’nden yapıyordu. Yani, Basra Körfezi'ndeki petrol ticaretinin kesintisiz sürmesi Irak’ın değil, İran’ın işine geliyordu. Bu sebeple Irak, petrol taşıyan İran gemilerine saldırılar düzenlemeye başladı. Benzer şekilde İran da, Irak petrol tesislerine saldırıya başladı.

Körfez petrol ticaretinin zarar görmesi, Amerika Birleşik Devletleri’nin savaşa aktif olarak katılmasına sebep oldu. ABD ve müttefikleri (Avrupa ve Japonya) büyük ölçüde Körfez petrolüne muhtaçtı ve petrol yolunun saldırıya açık olması Batı dünyası için tehlikeliydi. Körfez petrol yolunu açık tutmak için Amerika Birleşik Devletleri bölgeye bir filo gönderdi ve ABD bayrağı çekmiş Kuveyt tankerlerini korumaya başladı.

Sekiz yıl süren savaş 1988 Ağustos ayında yapılan ateşkes ile sonlandı. Ancak Birleşmiş Milletler gözetiminde yapılan barış görüşmelerinden sonuç alınamadı. İran, görüşmeler için ön koşul olarak topraklarındaki tüm Irak askerlerinin çekilmesini isterken, Irak Şatt-ül-Arap suyolu üzerinde ortak denetim kurulmasında ısrar etti. İki ülke arasındaki barış, ancak Irak’ın Kuveyt’i 1990 Ağustos ayında işgali ve ABD ile savaşa tutuşma korkusuyla İran’dan aldığı toprakları geri vermesiyle gerçekleşti.



Amerika’nın tutumu

Saddam ve Donald Rumsfeld
Amerika Birleşik Devletleri, İran’daki müttefiki Şah'ı devirip iktidara gelen İslami rejimden hiçbir zaman hoşnut olmamıştı. Bu sebeple, 1967 yılında diplomatik ilişkilerini kestiği Irak ile tekrar yakınlaşmaya çalıştı. Çeşitli kanallardan Irak’a silah yardımı yaptı ve büyük miktarda borç para sağladı. Irak’ın biyolojik ve kimyasal silahlar üretmesine yardımcı oldu.

Ayrıca Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere1986 Mart’ında, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin Irak’ın İran’a karşı kitle imha silahları (kimyasal ve biyolojik silahlar) kullanmasını eleştiren kararlar almasını, karşı oy kullanarak engelledi.


İran

İran Ordusu, devrimden sonra üst ve orta dereceli subayların tasfiye edilmesi sebebiyle oldukça zayıflamıştı. Fakat yine de hava ve deniz kuvvetleri açısından Irak'tan güçlüydü. Savaşın uzamasıyla birlikte bu üstünlük büyük avantaj sağladı.

İran ordusu savaşta, Şah döneminde ABD'den alınmış silahları kullanıyordu. Savaş boyunca Libya ve Suriye üstünden Scud, Kuzey Kore ve Çin üstünden Silkworm füzeleri satın aldı. Reagan yönetimindeki ABD, batılı rehinelerin serbest bırakılması için, Şah döneminde alınan silahların yedek parçalarını İsrail üstünden İran'a sattı.



Irak

Irak ordusunun büyük kısmı, Sovyetler Birliği'nden alınan silah ve malzeme ile donatılmıştı. Savaş boyunca da silah almaya devam ettiler. Fransa ve Çin de Irak'a büyük miktarlarda silah sattı.

Irak, bu silahların maliyetini karşılamak ve ABD'nin de yardımıyla kitle imha silahları (nükleer, biyolojik ve kimyasal silahlar) üretmek için başta diğer Arap ülkeleri olmak üzere birçok ülkeden borç aldı. ABD ayrıca, İtalyan Banca Nazionale del Lavoro bankası aracılığıyla Irak'a kredi açıp silah sattı.



Savaşın sonuçları

Irak-İran Savaşı, yaklaşık bir milyon insanın hayatına maloldu. Savaşan taraflar ufak kazançlar için ekonomik kaynaklarını tüketti. Savaşın sonucunda Irak-İran sınırı değişmedi. Savaşın etkileri on yıllar boyunca hissedildi.

İki ülkenin birbirlerinin petrol tesislerine saldırılar düzenlemesi sonucu petrol üretimi düştü, petrol fiyatları arttı.

Savaş boyunca Irak, kendisini destekleyen devletlerden borç alarak silah satın almıştı. Bu borçları ödemekte zorlanması, 1990 yılında Kuveyt’e saldırarak oradaki petrol kuyularını ele geçirmeye çalışmasına yol açtı.

Savaş sırasında İran'daki muhalefet tamamen tasfiye edildi ve İslam Devrimi kalıcı hale geldi. Ancak ülke, uluslararası ilişkilerde yalnızlığa sürüklendi ve desteksiz kaldı. Savaş silahları ve araçları bakımından dışa bağımlı olmanın tehlikesini görerek kendi silah endüstrisini kurmaya çalıştı.


1981, Ocak, Yunanistan'ın AT'ye tam üye olması
1985-1991, Ülkesinde glasnost ve perestroika'yı uygulamaya çalışacak olan Michael Gorbachev'in başkanlık süresi
1986, Ocak, İspanya ve Portekiz'in AT'ye tam üye olması
1987, Temmuz, Avrupa Tek Senedi'nin (Single Act) kabul edilmesi
1988, Nisan, Türkiye'nin AT'ye tam üyelik başvurusunda bulunması
1989, Doğu Avrupa'da marksist ekonomilerin çökmesi
1989, Kasım, Berlin Duvarının yıkılması
1990, Sovyetlerin dağılması ve Soğuk Savaş'ın sona ermesi

1990 Varşova paktının dağılması: 1990’lı yıllarda SSCB’nin dağılması ve Doğu blokunun çökmesi sonucu bu pakt dağıldı. ...
1990, Ağustos, Irak'ın Kuveyt'i işgal etmesi
 

20. yüzyılın sonlarında ve 21. yüzyılın başlarında Basra Körfezi bölgesinde 3 önemli savaş olmuştur.

  • Irak-İran Savaşı, 1980-1988 yılları arasında İran-Irak arasında olan savaş. 1980'lerde Körfez Savaşı olarak da anılmıştır. Bugün bu terim daha çok Irak ile koalisyon güçleri arasındaki iki savaşın ilki için kullanılır.
  • 1. Körfez Savaşı, 1990-1991 yılları arasında Irak ve ABD önderliğinde koalisyon güçleri arasında yapılmıştır.
  • Irak Savaşı, 2003- Irak ve ABD önlerliğinde koalisyon güçleri arasında, Saddam Hüseyin hükümetinin kaldırılması ile sonuçlanmıştır. Bu savaş sıklıkla 2. Körfez Savaşı olarak anılmaktadır.

1.KÖRFEZ SAVAŞI
1990, Ağustos, Irak'ın Kuveyt'i işgal etmesi
Birinci Körfez Savaşı (1990-1991), ABD öncülüğünde, İngiltere, Fransa, Suudi Arabistan, Suriye, Mısır gibi 28 devletin askeri koalisyonuyla Irak Devleti arasında yapılan savaştır.
NEDENLERİ:
Bu savaşa Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin'in çıkardığı Körfez Krizi sebep olmuştur. 1980-1988 yıllarında İran ile savaşan Irak, ekonomik yönden ağır zararlara uğramış ve bu savaş sonrası kolay kolay ödeyemeyeceği bir dış borç yükü altında kalmıştır. Bu durumdan kurtulmak isteyen Saddam Hüseyin, çareler aramaya başlamış ve 1991 yılının ilk yarısında Ortadoğu'da huzursuzluğa yol açacak bazı iddialar ortaya koymuştur. Bu iddialar Körfez Krizinin ilk filizleri olmuştur. İddiaların başlıcaları şunlardır: Körfez ülkelerinin 1981-1990 arasında petrol fiyatlarını sürekli düşürerek Irak'ı zarara sokmaları; Kuveyt'in Rumeyla bölgesindeki Irak'a ait petrollerden de faydalanmış olması; Irak'ın Kuveyt toprakları üzerinde tarihi hakkı olduğunda ısrar etmesi ve Irak-İran savaşı sırasında Kuveyt'in yaptığı para yardımının silinmesini istemesiydi.

Kuveyt ile ilgili iddialarının Kuveyt tarafından kabul edilmemesi üzerine, Saddam Hüseyin, meseleyi bir oldu-bitti ile çözümlemek istemiş ve [2 Ağustos] [1990]'da Kuveyt'i işgal etmek ve bir hafta sonra da ilhak etmek suretiyle Körfez Krizinin çıkmasına sebep olmuştur. Irak'ın Kuveyt'i işgali üzerine Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, Irak birliklerinin Kuveyt topraklarından şartsız ve derhal çekilmesini isteyen bir karar almıştır. ABD öncülüğünde onu destekleyen müttefik ülkeler, Irak'ın Suudi Arabistan'a veya diğer bir Ortadoğu ülkesine muhtemel taarruzunu önlemek üzere Çöl Kalkanı adı verilen bir harekatı uygulayarak Basra Körfezi ve Suudi Arabistan başta olmak üzere bölgeye deniz, hava ve kara birlikleri göndermeye başlamışlardır. 33 ülke kuvvet göndererek veya yardım yaparak, Irak'a karşı teşkil edilen bu koalisyon kuvvetlerine katılmış veya bu kuvvetleri desteklemiştir. Bunlar arasında sekiz Arap ülkesi de vardır. Gerçi Arap ülkeleri; Saddam'a karşı olanlar, Saddam'ı destekleyenler ve çekimser kalanlar olmak üzere üç gruba ayrılmışlardır. Ancak Arap Birliği, Irak'ı kınamış ve derhal Kuveyt'ten çekilmesini istemiş ve Irak saldırısına karşı Çok Uluslu Arap Ordusu kurulmasını oy çoğunluğuyla kararlaştırmıştır. Bu sebepten dolayı Mısır ve Suriye, Saddam'a karşı olanların başında gelerek, Suudi Arabistan'a kuvvet göndermişlerdir. Ürdün, Yemen ve FKÖ, Saddam'ı desteklemişlerdir. Bu arada Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, oy çoğunluğuyla Irak'a karşı ekonomik yaptırım ve silah ambargosu kararı almıştır.

Saddam'ın vazgeçmez tutumu karşısında BM Güvenlik Konseyi, Eylül 1990 ayı içerisinde Irak'a karşı hava ambargosu uygulama kararı almış ve daha sonra bunu deniz ablukası şeklinde bir kararla genişletmiştir. Ayrıca 29 Kasım 1990 tarihinde almış olduğu bir kararla, Irak'ın 15 Ocak 1991 tarihine kadar Kuveyt'i terk etmemesi halinde güç kullanılmasını kabul etmiştir. Birleşmiş Milletler, ABD ve Müttefik Ülkelerin ısrarlarına rağmen, Saddam Hüseyin'in Kuveyt'i terk etmemekte kararlı olduğunun anlaşılması üzerine 17 Ocak 1991 tarihinde, Irak'a müttefik Çok Uluslu Hava Güçleri'nin taarruzları ile Körfez Savaşı başlamış oldu.

GELİŞİMİ:
Savaşın başlamasıyla Irak ve Kuveyt'te özellikle stratejik hedefler bombalandı. Çöl fırtınası adı verilen bu harekat, 24-28 Şubat 1991 tarihlerinde 100 Saatlik Kara Harekatı ile Kuveyt'te Irak Kara Kuvvetlerinin büyük bir kısmının imhası ve kalanlarının esir veya Kuveyt'i terk etmeleri ile sonuçlandırıldı.

Körfez Savaşına katılan Koalisyon Kuvvetleri ve Irak askeri heyetleri arasında 3 Mart 1991 günü Kuveyt-Suudi sınırının kuzeyindeki Safven kasabası yakınında çölde bir çadır içinde ateşkes görüşmeleri yapıldı. Irak, Kuveyt'i ilhak kararını kaldırmak ve tazminat ödemek başta olmak üzere bütün şartları kabul etmek zorunda kaldı. Bu şekilde Körfez Savaşı fiilen sona ermiş oldu. 1991 yılı Nisan ayının ilk haftasında, Irak'ın BM Güvenlik Konseyi tarafından ortaya konan ateşkes şartlarını kabul ettiğine dair yazılı müracaatı ile de Körfez Savaşı resmen sona erdi.

Körfez Savaşı fiilen sona ermesine rağmen Amerika bazı bahanelerle zaman zaman Irak'ı bombalamaya devam etmiştir. 23 Ocak 1993 gecesi Güney Irak'ı; ABD eski Devlet Başkanı George H. W. Bush'a Kuveyt'te bulunduğu sırada suikast planladıkları gerekçesiyle 26 Haziran 1993 gecesi de Bağdat'ı bombalamıştır.

Türkiye, Körfez Savaşına fiili olarak katılmadı. İncirlik Hava Üssü'ndeki Amerikan uçaklarının kullanılmasına müsaade etti ve Birleşmiş Milletlerin aldığı bütün kararlara uydu. Ayrıca, Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattını kapattı...



SONUÇLARI:

Birinci Körfez Savaşı'nın en önemli ve en uzun vadeli sonucu, tüm Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde köktenci akımların güçlenmesidir. Bölgede 1945'den beri üzerinde çok konuşulan ve tüm siyasal partilerin programlarının başında yer alan Arap Birliği fikri, büyük bir darbe yemiştir. Körfez Savaşı'nda Arapların ayrı ayrı saflarda toplanmaları ve kendi ulusal devletlerinin olduğu kadar Batı'nın da çıkarlarını korumak için savaşmaları, Arap Birliği düşünü çok zayıflattı.

IRAK'IN YENİLME NEDENLERİ:

Savaş başlamadan önce Irak, dünyanın beşinci büyük kara ordusuna sahipti. Fakat bu durum Irak'ın çok kısa bir sürede yenilmesine engel olmadı.

Bu yenilginin en büyük sebebi, Amerika Birleşik Devletleri ve müttefik ordularının nitelik (eğitim ve donanım) bakımından Irak ordularına kıyasla çok üstün olmasıdır. Müttefik orduları, hızla haraket edebilen ve yüksek teknolojiyi etkin biçimde kullanabilen ordulardı. Buna karşılık Irak orduları, 8 yıl süren Irak-İran Savaş'ndan yorgun çıkmış, savaşma iradesi düşük ve klasik piyade savaşına göre eğitilmiş ordulardı.

Irak'ın yenilmesinde pay sahibi olan ikinci önemli etken, II. Dünya Savaşı'ndan beri bilinen bir savaş gerçeğiydi: Savaşılan bölgede hava üstünlüğünü sağlamak ve hava ile kara güçleri arasında etkin bir eşgüdüm sağlamak; karşı konulmaz bir üstünlük getirir. Müttefikler hava-kara koordinasyonunu parlak bir biçimde gerçekleştirirken Irak güçleri bu avantajdan yoksundu. Çölde saklanamayan ve havadan korunamayan Irak ordusu, müttefik saldırıları karşısında yok oldular.

Nedenlerden üçüncüsü, vurucu gücü ne olursa olsun, tek bir silaha dayanmanın yarattığı aşırı ve yapay güven duygusudur. Saddam, Sovyetler'den aldığı Scud füzelerine ve bu füzelerin ucuna yerleştirmeyi planladığı kimyasal/biyolojik başlıklara güveniyordu. Ancak, bu füzeler savaş sırasında istenilen başarıyı gösteremedi. Füzeler Amerikan Patriot Hava Savunma sistemi tarafından havada yok edildiler.

2.KÖRFEZ SAVAŞI   : Alm. Golfkrieg, Fr. La Guerre de Golfe, İng. Gulf war. ABD öncülüğünde, İngiltere, Fransa, Suudi Arabistan, Suriye, Mısır gibi 28 devletin askerî koalisyonuyla Irak Devleti arasında yapılan savaş.
Bu savaşa Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyinin çıkardığı Körfez Krizi sebeb olmuştur. 1980-1988 yıllarında İran ile savaşan Irak, ekonomik yönden ağır zararlara uğramış ve bu savaş sonrası kolay kolay ödeyemeyeceği bir dış borç yükü altında kalmıştır. Bu durumdan kurtulmak isteyen Saddam Hüseyin, çâreler aramaya başlamış ve 1991 yılı ilk yarısında Ortadoğuda huzursuzluğa yol açacak bâzı iddialar ortaya koymuştur. Bu iddiâlar Körfez Krizinin ilk filizleri olmuştur. İddiâların başlıcaları
şunlardır: Körfez ülkelerinin 1981-1990 arasında petrol fiyatlarını sürekli düşürerek Irakı zarara sokmaları; Kuveytin Rumeyla bölgesindeki Iraka âit petrollerden de faydalanmış olması; Kuveyt toprakları üzerinde târihi hakkı olduğunda ısrar etmesi ve Irak-İran savaşı sırasında Kuveytin Iraka yaptığı para yardımını silmesini istemesiydi.
Kuveyt ile ilgili iddiâlarının Kuveyt tarafından kabul edilmemesi üzerine, Saddam Hüseyin, meseleyi bir oldu-bitti ile çözümlemek istemiş ve 2 Ağustos 1990da Kuveyti işgal etmek ve bir hafta sonra da ilhak etmek suretiyle Körfez Krizinin çıkmasına sebeb olmuştur. Irakın Kuveyti işgali üzerine Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, Irak birliklerinin Kuveyt topraklarından şartsız ve derhal çekilmesini isteyen bir karar almıştır. ABD öncülüğünde onu destekleyen müttefik ülkeler, Irakın Suudi Arabistana veya diğer bir Ortadoğu ülkesine muhtemel taarruzunu önlemek üzere “Çöl Kalkanı” adı verilen bir harekâtı uygulayarak Basra Körfezi ve Suudi Arabistan başta olarak bölgeye deniz, hava ve kara birlikleri göndermeye başlamışlardır. 33 ülke kuvvet göndermek veya yardım yaparak, Iraka karşı teşkil edilen bu koalisyon kuvvetlerine katılmış veya bu kuvvetleri desteklemişlerdir. Bunlar arasında sekiz Arap ülkesi de vardır. Gerçi Arap ülkeleri; Saddama karşı olanlar, Saddamı destekleyenler ve çekimser kalanlar olmak üzere üç gruba ayrılmışlardır. Ancak Arap Birliği, Irakı kınamış ve derhal Kuveytten çekilmesini istemiş ve Irak saldırısına karşı “Çok Uluslu Arap Ordusu” kurulmasını oy çoğunluğuyla kararlaştırmıştır. Bu sebepten Mısır ve Suriye, Saddama karşı olanların başında gelerek, Suudi Arabistana kuvvet göndermişlerdir. Ürdün, Yemen ve FKÖ, Saddamı desteklemişlerdir. Bu arada Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi, oy çoğunluğuyla Iraka karşı ekonomik yaptırım ve silâh ambargosu kararı almıştır.
Saddamın vazgeçmez tutumu karşısında BM Güvenlik Konseyi, Eylül 1990 ayı içinde Iraka karşı hava ambargosu uygulama kararı almış ve daha sonra bunu deniz ablukası şeklinde bir kararla genişletmiştir. Ayrıca 29 Kasım 1990 târihinde almış olduğu bir kararla, Irakın 15 Ocak 1991 târihine kadar Kuveyti terk etmemesi hâlinde güç kullanılmasını kabul etmiştir. Birleşmiş Milletler, ABD ve Müttefik Ülkelerin ısrarlarına rağmen, Saddam Hüseyinin Kuveyti terk etmemekte kararlı olduğunun anlaşılması üzerine 17 Ocak 1991 târihinde, Iraka müttefik “Çok Uluslu Hava Güçleri”nin taarruzları ile Körfez Savaşı başlamış oldu. Irak ve Kuveytte özellikle stratejik hedefler bombalandı. “Çöl Fırtınası” adı verilen bu harekât, 24-28 Şubat 1991 târihlerinde “100 Saatlik Kara Harekâtı” ile Kuveytte Irak Kara Kuvvetlerinin büyük bir kısmının imhâsı ve kalanlarının esir veya Kuveyti terk etmeleri ile sonuçlandırıldı.
Körfez Savaşına katılan Koalisyon Kuvvetleri ve Irak askerî heyetleri arasında 3 Tamamı için linke tıklayın" href="http://ansiklopedi.bibilgi.com/Mart">Mart 1991 günü Kuveyt-Suudi sınırının kuzeyindeki Safven kasabası yakınında çölde bir çadır içinde ateşkes görüşmeleri yapıldı. Irak, Kuveyti ilhak kararını kaldırmak ve tazminât ödemek başta olmak üzere bütün şartları kabul etmek zorunda kaldı. Bu şekilde Körfez Savaşı fiilen sona ermiş oldu. 1991 yılı Nisan ayının ilk haftasında, Irakın BM Güvenlik Konseyi tarafından ortaya konan ateşkes şartlarını kabul ettiğine dâir yazılı mürâcaatı ile de Körfez Harbi resmen sona erdi.
Körfez Savaşı fiilen sona ermesine rağmen Amerika bâzı bahanelerle zaman zaman Irakı bombalamaya devam etmiştir. 23 Ocak 1993 gecesi Güney Irakı; ABDeski Devlet Başkanı George Busha Kuveytte bulunduğu sırada suikast plânladıkları gerekçesiyle 26 Haziran 1993 gecesi de Bağdatı bombalamıştır.
Türkiye, Körfez Savaşına fiilî olarak katılmadı. İncirlikteki Amerikan uçaklarının kullanılmasına müsâade etti ve Birleşmiş Milletlerin aldığı bütün kararlara uydu. Ayrıca, Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattını kapattı.

1990, Ekim, Almanyaların birleşmesi
1991, Aralık, Bağımsızlık Devletler Topluluğu'nun kurulması
1995, Ocak, İsveç, Finlandiya ve Avusturya'nın Avrupa Birliğine tam üye olmaları
1996, Ocak, Dayton Barış Andlaşması ile Bosna Savaşı'nın sona ermesi...


 

 

 

 



'Çalışmadan,Öğrenmeden,Yorulmadan,rahat yaşamanın yollarını alışkanlık haline getirmiş milletler;evvela haysiyetlerini,sonra hürriyetleri ni ve daha sonra da istikballerini kaybetmeye mahkumdurlar… ATATÜRK

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol